Önsöz:
Sf: 6
Romanın kahramanı Hikmet Benol kargaşanın temelinde yatan gerçekliği araştırırken sürekli olarak birer ipucu gibi göründüğü bu ayrıntılara takılır. Düşünen bir insan olarak gerçeklerle ilgilenmenin tehlikeli bir tutum olduğunu görür. Her şeyden önce gerçeklerle içtenlikle ilgilenmek toplumu yönetenlerce tehlikeli sayıldığı için, Hikmet Benol da gerçeklerle oyun oynuyormuş gibi ilgilenme yolunu seçer. Oğuz Atay’ın “düşünen insan” ı böylece “oynayan insan” a dönüşmüştür. İnsanın “oynanan bir varlık” (Homo Ludens) oluşu Rönesans’ın başından beri kendi yeteneklerini sınaması için bir çıkış noktası olmamış mıydı? Shakespeare bu yüzden “Bir sahnedir bütün dünya”, dememiş miydi? Ünlü İspanyol oyun yazarı Calderon’un da Hayat Bir Düştür adlı bir erkek oyunu yok muydu? İşte Oğuz Atay bu yazarlara öykünerek değil, ama gerçekliği algılamada böyle bir bakış açısının önemini kavrayarak kendine özgü bir kurgu oluşturur. Oyun öğesinin önemi böylece ortaya çıkınca, günlüğünde açıkladığı gibi dramatik biçim konusunu ayrıntılı biçimde inceler, Ortaçağ ibret oyunlarındaki simgesel adlı oyun kahramanları da, Shakespeare’in tragedya anlayışı da, Karagöz ve Meddah gibi geleneksel tiyatro biçimlerimiz de Oğuz Atay’ın sergilemek istediği gerçekleri dile getirmede onun büyük bir ustalıkla yararlandığı anlatım olanakları sağlar.

Sf: 7
Oğuz Atay romanlarında kahramanların hayatının intiharla noktalanması yazarın yücelttiği ya da önerdiği bir çözüm olarak düşünülmemelidir. Gerçekler birer oyun olarak, daha doğrusu hayat bir oyun olarak sunulduğuna göre, bu intiharları böyle bir oyunun mantıksal ve biçimsel olarak görmek bana akla daha yakın geliyor. Kaldı ki, Oğuz Atay’ın roman ve oyun kahramanları aracılığıyla neredeyse bir saplantı niteliğiyle karşımıza çıkardığı ölüm olgusu yaşama tutkusunu vurgulayan bir kavramdır. Godard’ın “Serseri Aşıklar” (A Bout de Souffle) filminde bir yazarla yapışan görüşmede, yazar son isteğinin ölümsüzleşmek ve ölmek olduğunu söylüyordu. Oğuz Atay’ın kahramanları ise ölerek ölümsüzleşmek ister gibidirler.

Sf: 8
Oğuz Atay’ı okumak bilinç ve duyarlılığın yaşamayı anlamlı kılan bir bileşime, bir çeşit yaratıcılığa yönelteceğine ben bu yüzden inanıyorum. Onun bu kitapları yazmakla dizinleyemediği yaşama coşkusunu okurlarıyla büyük bir içtenlik ve cömertlikle paylaşmak istediğine inandığım gibi.

I.Bölüm
Sf: 18
Asuman: Sokaklara fırlayıp, Nezahat gibi kendimi beş liraya satmamı mı istiyorsun anne?
Naciye Hanım: Kızım! O ne biçim söz? (Nezahat’ın orospuluğu ortaya çıktı diye içinden sevinmiştir.)

Sf: 28
(Ben aslında bu alayların farkında değildim o sırada; durmadan gülümsüyordum. Benimle ilgileniyorlardı ya, gerisine aldırmıyordum.)

Sf: 30
Sonra, ne bileyim işte albayım, karınca gibi, insan da öteberi taşımasını seviyor yuvasına; ilk geldiğim günlerde elbette daha az eşya vardı odamda. Evlendiğim gün de albayım, yeni tuttuğumuz ve büyük bir kısmı boş olan evimizin bir köşesine sığınmıştık karımla. (Karım güzel değildi albayım. Ben de değildim. Fakat, nasıl anlatsam, ‘benim’ karımdı; canlı bir varlıktı. İnsan, evine bir biblo alınca bile kendisini bir başka hisseder değil mi? Üstelik bu yumuşak biblo, konuşuyor: ‘kocacığım’ diye çevremde dönüp duruyordu.) İlk gece, akşam yemeği de çok kötü geçmişti. Ben böyleyimdir albayım: Önce, akıl almaz bir tutukluk gelir üstüme; daha yaşamadan, büyük bir yorgunluk çöker. Gecekonduya ilk geldiğim gün de aynı bitkinlik içindeydim; neredeyse bir otele gidip yatacaktım. Oysa, bir sürü yemek yapılmıştı ve ben damattım. Yeni ve sonradan olma akrabalar edinmiştim: Bir kere, kayınpederim vardı ve bazı kızlar bana ‘enişte’ diyordu. Anlamadığım şakalar yapılıyordu – ikinci sınıf şakalar olduğunu seziyordum bunların. Galiba benimle biraz alay ediliyordu.

Sf: 32
Vallahi bırakmayız seni Hikmet Bey oğlumuz, derdiniz. Vakit çok geç oldu bu saatten sonra, vasıta da bulamazsın. Misafir odasında yatarsın; ara kapıyı açarız, salondaki sobayı da söndürmeyiz. Gece yarısından sonra, tek başına yollara düşmeye değer mi? Bir şeyler bulup söylerdiniz işte. Başucuma filtreli sigaralarınızdan koyardınız, bana kısa gelen bir pijama da bulurdunuz. Damat sevgisi, albayım, insan sevgisine oranla çok kısa sürüyor.

Sf: 33
Önce hayata atıldım. Fakat bunu nasıl yaptığımı bir türlü anlayamadım. (Bir durumdan başka bir duruma nasıl geçtiğimi zaten bir türlü kavrayamam. Mesela, karanlıktan sonra birdenbire nasıl aydınlık olur, albayım? Siz hiç görebildiniz mi?) Herhalde bir süre, hiç kımıldamadan beklemeliydim.

Sf: 39
Üniversitenin en iyi anahtarlık yakalayıcısı olmuştu. Başka davranışlarıyla da ilgi çekiyordu: Dekana bir mektup yazmıştı: Sayın dekan, bazı derslere çok az öğrenci devam etmektedir. İmtihanlarda bu derslerden kopya çekilerek geçilmektedir. Ben, kopya çekmediğim için, kalmış bulunuyorum. Bu derslerin kaldırılmasını ya da gereken ciddiyetle yeniden ele alınmasını rica ederim. Saygılarımla. İsim, adres, imza filan hepsi tamamdı. Yazdıkları doğruydu. Dilekçe, ilgili kürsüye gönderildi ve anahtarlık fırlatıcısı, bir yıl daha kaldı o dersten. Çalışamıyordu. Kendisini çalışma masasına zincirle bağladığı halde çalışamıyordu.

Sf: 42
Hikmet başını kaldırdı, Nurhayat Hanım baktı: Dul kadın sessizce ağlıyordu, gözlerini pencereye dikmişti. Anlamadıkları şeylere de ağlarlar. Sesim dokunmuş olmalı: Sese ağlarlar. 

Sf: 43
Yanağın üzerindeki gözyaşlarına baktı: tenindeki engebeleri büyütmüş bu damlalar. Çocuk oturmuş orada, bir şeyler yapmaya çabalıyor, siz ağlıyorsunuz. Olmuş ve olacak bütün olaylara ağlarsınız zaten. Başını mektuptan kaldırdı: “Mektubun burasına gelince hep ağlıyorsun Hidayet’in temsiline.” dedi. Neye üzüldüğün belli değil. Halin vaktin yerinde olsaydı ağlamazdın. Radyoda mevlüt dinlerken de, askerlerin geçit resmini seyrederken de ağlamazdın, dertli olmasaydın. Birden sinirlendi: “Anlamıyorsun işte: Üzücü bir şey yazmamış ki çocuk. Ben de şimdi oturur şöyle yazarım mektubuna: Sevgili evladım mektubunu dinlerken hep ağladım.”
Kadın telaşlandı: “Dur olmaz! Biliyorum ben de olmayacağını. Göreneklerimiz böyledir. “Sen beni mektup yazdırmak için mi istedin, yoksa ağlamanı dinletmek için mi?” “Oku oku,” dedi dul kadın. “Ağlamayacağım.”

Sf: 50
Askerde bir yumurtayı oniki kişi kaldırırdı bir maymunu dört kişi yavaşça yere indirdik.

Sf: 56
Gözümüzün yaşı, tüten sobamızın dumanıdır. Sen bir yolunu bulursan, güneşli bir günde bir resmini çektir, bize gönder. Radyonun üzerine koyarız, çocukların yetişemeyeceği bir yere. Resmi tanıdıklara gösterir, seni anlatırız. Hikmet ağabeyine göre, insan kendini anlatmaktan bıkıyormuş, Şimdi sana bizi anlatacak; Akşam vakti, sobanın üstünde ısıttığımız tenceredeki yemeğimizi yedikten sonra, radyonun önüne kuruluyoruz.

Sf: 57
Bazen çırak Süleyman da geliyor. Ellerini mavi önlüğünün içine saklar hep, fakir. Ceketi yoktur. Dükkan dükkan kokuyorsun, denir ona. Patronu konuşurken, Süleyman hep başka tarafa bakar.

Sf: 66
Albay Hüsamettin Bey nerede oturuyor? Bana sorarsanız, üç yerde birden oturuyor. Bir kere, sokak kapısının üstündeki sarı plakaya inanmak gerekirse, bu üç katlı evde yalnız “Albay Hüsamettin Tambay” yaşıyor. Ben ısrar ettim de, pirinç levhanın üstüne küçük harflerle küçük bir “emekli” kelimesi ekledik. Albayım, dedim, sonra bizim evi askerlik şubesi sanacaklar. Razı oldu. Bana kızmaz. Sonra, benim katın sahanlığında, kalın resim kağıdına yazılmış bir “Emekli Albay Hüsamettin” uyarısı var. Ben, soyadı kanunundan yanayım; albayım istemiyor. Ben de yazmadım. Pirinç levhaya gelince, albayım yedinci tümen emrindeyken, general, bütün albaylara birer tane yaptırmış; o günlerde de albayım emekliye sevkedilmiş. Soyadınızı beğenmiyorsanız albayım, dedim; kapıdaki “Tambay” ın üzerine beyaz bir kağıt yapıştıralım. Yoksa sarı mı olsun? İstemedi. “Emekli” yi de bu kağıda yazardık: Albay Hüsamettin Emekli. Bütün yaşlı albayların soyadı “Emekli” olmalı bana kalırsa. Ben onları birbirinden ayırmak istemiyorum. Neyse.

Sf: 67
Yakında, karargahta olduğu gibi, yakasına da bir “Albay Hüsamettin” takacak -ya da göğsüne- siyah plastikten ince uzun bir rozet; beyaz, büyük harflerle bir yazı: Alb. H. TAMBAY. Öbür yakasına da, otobüs pasosu gibi resimli olanlarından. Yalnız, yanında sigara içerken dikkat etmeli: albayımın kimliği tutuşmasın.) Albayım!

Sf: 69
Emekliliklerinden başka kaybedecek şeyleri olmayan insanlar, bütün dünya albayları birleşiniz! İçinin biraz ısındığını hissetti. Güneşten olacak.

Sf: 71
O zaman, yatak olarak kullandığı somyanın üstüne, iç açıcı bir örtüyle renkli hafif yastıklar koyar, değil mi albayım? Duygulu bir kadın eli, nasıl mucizeler yaratır değil mi efendim? Tarihte örneklerini görmüyor muyuz? Ve sonra birdenbire kadınlar…

Sf: 73
İnsanların, saçları döküldüğü halde vücutlarındaki kıllar neden artıyor? Gömleğin altından, bilekten fırlayan kıllar, neden parmakların uçlarına kadar saldırıyor? Burundan, kulaklardan kıllar neden fışkırıyor? Yüzde et benleri çıktığı gibi bir de bunların üstünde kıllar yetişiyor. Lekelerin sayısı artıyor, lekeler kıllarla yarışıyor. Sonra… Hüsamettin Albayım bir de saçlarını boyuyor. (O pis renkli sıvı ile) Beyaz kılların arasını, kahverengi lekeler kaplıyor. Her gün tıraş oluyor. (Tıraş olurken yüzünü kesiyor, kesikler kabuk bağlıyor. Bütün bunlar kimin için?) Boynuna dar gelen gömleğinin üst düğmesini kaparken, gerdanının buruşuklukları, gömleğin içine sıkışıyor; boyun, katlanmış bir kağıt gibi kırışıyor. Ne olur konuşun albayım, dayanamıyorum.

Sf: 75
Havuzlu bahçede garsonun bahşişi az bulup bana paranızın üstünü tabakta unutmuşsunuz demesi üzerine garsonu havuza nasıl soktuğumu anlattım.

Sf: 77
Önce hiçbir şey yoktu. Bütün evren, kelimesiz bir tekdüzelikten ibaretti. Fakat o sırada kelime icat edilmediği için, bu bölümü anlatamıyoruz. Tanrı, bir süre sonra, tekdüzelikten sıkıldığı için durgunluğu yarattı. Sonra durgun yaratıldı. Bu sıfat tek başına var olmadığı için, durgun denizler ve durgun havalar ve durgun karalar ortaya çıktı. (Sadece bir dilbilgisi zorunluluğu yüzünden) Durgunluk bulut getirmediği için denizler her zaman mavi ve durgunluk havayı karıştırmadığı için dalgasızdı. Hareket olmadığı için büyüme yoktu. Ne yükselme vardı ne genişleme. Kimse kimseyi geçmiyordu. Yarışma icat edilmemişti. Ve Tanrı, Hüsamettin Tambay’ın ilk atasını, insanı yarattı. İşte ondan türeyenler.

Sf: 78
Zühtü Tambay, yedi ve otuz yaşında, kıta hizmeti sırasında albay oldu. Ve Zühtü Albay, altı ve kırk yaşında evlendi. Evliliğinin yedinci yılında Turgut Tambay’ı doğurttu. Ve bu tevellüdün altıncı yılında kendini içkiye verdi. Bu tarihten iki ve yirmi yıl sonra, içkiyi altı ve sekseninci defa bıraktığı sırada bir gün evde otururken, havanın güneşli olmasına rağmen dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığını işiterek şaşırdı. Ve bu şaşkınlığını alay doktoruna anlattı için, doktor binbaşıyla konuştuğundan sekiz ve doksan gün sonra aşırı sinir yorgunluğu yüzünden malulen tekaüde sevk edildi. Ve Zühtü Tambay, içkisizlik sebebiyle güneşli bir günü yağmurlu zannettiği tarihten itibaren kırk ve üçyüzsekiz yıl yaşadı.

Sf:79
Başka oğulları ve kızları oldu, kendinden yedi yaş büyük bir kadını kendine metres tuttu, karısının ölümü üzerine metresinin evine yerleşti. Torunlarını, onun yaşadığı eve hiç getirmediler; onları sevmek için kapı kapı dolaştı. Hayatının son yıllarında, “Tarih-i Umumiye Esasları” adlı eseri kaleme aldı. O sıralarda fazla bir tarih olmadığı için kitap, beş ve yirmi sahifeden ibaretti.

Sf: 84
Şimdilik, çinkonun üstünü bezle şöyle bir alıveriyorum albayım. Bir dahaki sefere inşallah daha esaslı. Bir kere düzene girdikten sonra kolay. Bardakları, kaşıkları tekrar kuruladı. Bir de kirikkrak için tabak. Tepsiye sığacak kadar küçük olmalı. Şekeri herkes istediği kadar koysun. Ben unutkanımdır albayım: Az yüksek sesle neler yapacağımı tekrarlamazsam şaşırırım. Limon. İlk dillim kalın kesildi. Atalım. Kimse görmesin. Ya bütün dilimler birleştirilirse de bir dilim eksik gelirse. Mutfağı böyle bırakmaya gönlüm razı olmuyor.
Ben dememişmiydim albayım: Tekrarlamadığım için unuttum çayı demlemeyi. Kokusu gitmiştir. Üç dakika yeter. Üç dakika yeter, saatine bak, bu arada boş durma, hayır hayır çay kokuyor Nothing Amiss, Bilge bana ingilizce öğretirken Sevgi kıskanmıştı beni, bana ne, Bilge’nin bacakları çok açılıyormuş da yanımda otururken, böyle söylemedi elbette, fakat bir gün baktım Bilge ortada yok, bu işlerin nasıl düzenlendiğini bir türlü anlayamamışımdır albayım, bacaklarına bakıyor muydum? Bakıyordum, bir şey için değil, hayır Sevgi’nin önünde hiç bakmadım, beni bakarken görmüş olamazdı, bir de gizli bakıyordun demek, öyle oluyordu albayım, bütün kadınların bacaklarına bakıyordum, ilk günlerde değil elbette, işte onun için cezasını çekiyorsun, gecekondunun pis kokuları arasında yaşıyorsun bir de buraya kendin isteyerek gelmiş gibi kurum satıyorsun, oysa neden? neden sabahlara kadar odanda bir ileri bir geri…

Sf: 85
Her zaman değil ama, Bilge’yi şimdi görseydim, bacaklarına doya doya baksaydım, şimdi artık zararı yok, onun için geldim gecekonduya, zararı olmasın diye, kız da güzel değildi, bana güzelleri düşmez zaten, o zaman aklımdan kötü şeyler geçmiyordu, neden kötü olsun? Bir de “uygunsuz vaziyet” derler, hiç de değil, benim çayım koyu olsun, içine kaşık koyalım da ötekilerinkinden ayrılsın, eyvah! süzgeci unuttum, planlama teşkilatından çıkarın beni, zaten almamıştık, biliyordunuz demek, şeker için yer kalmadı tepside, bir kere beyaz donuna kadar gördüm, o zaman içim bir tuhaf oldu diyebilirim. Sevgi yatak odasındaydı, uyumuştu, tesadüfen olacak, ben pijamalarımı giymiştim, Bilge geç gelmişti, hepsi tesadüf, sonra bir şey olmadı, kız gitti, hayatından memnun değildi, o arada ingilizce çalışmıştık, hayır albayım düşündüğünüz gibi olmadı,öyle şeyler kitaplarda olur, ya da başkalarının başına gelir, ben kötü niyetimle kalırım, bana ceza var sadece, kız gidince bir de ne göreyim albayım, örtü koymadığım için albayımın gümüş taklidi çay tabakları ses çıkarıyor, bir de ne göreyim albayım pijamamın önü açıkmış ha-ha, görmüştü imkanı yok, işte o zaman heyecanlandım albayım, bütün bunlardan sonra da Sevgi’ye sevgilim dedim durdum kaç yıl, şimdi başıma böyle bir şey gelmez, üstelik yalnızım, üstelik farkındayım, o zaman tam bilmiyordum, belki yanılmış olabilirim diyordum, sadece aklımdan geçiriyordum, işte benim hayatım, beni dalgınlıklar mahvetti albayım ha-ha.

Sf: 91
Derler ki tarla kuşu bütün gece öttüğü zaman, tarla faresi bütün ihtiyatı elden bırakır ve yuvasından çıkarmış. Ve beni deliğimden sen çıkarmıştın. Ve sonra bütün hayallerimi yıktın. Yönetimi eline aldın. Ve sonra birlikte sokakta yürürken, istediğin yerden karşı kaldırıma geçmeye cesaret ettin. Ve önce kelime vardı; sen, önce vitrin vardı dedin. Ben konuşurken vitrini seyretme cüretini gösterdin. Hangi renklerin güzel olduğunu, hangi şarkılara duygulandığını, güzel kadının tanımını, tabloları duvara nasıl asmak gerektiğini, hangi yazarların büyük olduğunu, hangi renklerin yanyana gelebileceğini, ikinci sınıf bestecilerin kimler olduğunu, misafire pijama ile çıkılıp çıkılamayacağını, ne biçim bir evde yaşayacağımızı, duvarları nasıl boyayacağımızı, hangi gömlekle hangi kıravatı takacağını, hangi devlet düzeninde yaşanabileceğini, hangi devlet düzeninin insan ruhunu öldürdüğünü, insan insanın kurdu muduru, aşkın ölümsüz olup olmadığını, dünyanın en büyük oyun yazarının kim olduğunu,yatağın neresinde yatacağımı, yatağın neresinde yatacağını, şu makaleyi nasıl buldun canımı, arkadaşların canımı sıkıyor canımı, ben bu akşam biraz dışarı çıkmak isteyebilir miyim canımı, o canımı, bu canımı, her türlü canımı hep önce bana söylettin. Ve sonra, yargılarıma katılmadın.

Sf: 96
Neden gülümsüyordu Bilge? Neden ucuz bir kürk giymişti? Hayır, onu beğenmedim dedim, kendime; fakat sanki benimle buluşmaya gelmiş; benden başka beklediği yokmuş gibi gururlanmıştım; oturmadan, çevremi süzmüştüm. Bu kadınlar, insana ne aptallıklar yaptırır. Aslında heyecanlıydım, çevremi filan gördüğüm yoktu. Birden kendimi Bilge ile konuşurken buldum. Bilge, siz, dedim; neden çalışıyorsunuz? Siz.

Sf: 98
Hikmet, yakın geçmişiyle uğraşıyordu bu sırada; Bilge’nin yaşantısında kendisine bir yer bulmaya çalışıyordu. Bilge’nin karşısına oturmuştu, üçüncü kişinin varlığını duyuyordu. Nazmi gelmeden kendini göstermeliydi. Kendine güveniyordu; çünkü, daha konuşma başlamamıştı, büyü bozulmamıştı. Karşısına kimse çıkamazdı. Yavaş yavaş büyüdüğünü, bütün pastaneyi kaplamaya başladığını hissediyordu. Sanki çevresindeki insanlar, onun söze başlamasını bekliyordu; bütün salonu bir sessizlik kaplamıştı… Sonra, albayın son mısralarını duydu; geçmiş zamandan sıyrılıp, şimdiki zamana bir yerinden tutunmak istedi:

Sf: 103
(Oysa, o gece gedikli çavuşla uzun uzun içmiştik, ağzı sarımsak kokuyordu, birçok sözüne inanmadığım halde başımı sallamıştım, votka-birayı sevdiğim halde işi rakıya çevirmiştim. Ben mi kendimi beğenmişim?)
(Çavuşla birlikte içtiğimiz günü hatırladıkça, aklımın burnuna sarımsak kokusu geliyordu. Biliyor musunuz albayım, Nurhayat Hanımın evi de yağsabuntozter kokuyor. Üstüne de siniyor bu koku)
Üçümüz birlikte denize gittik. (Bizim ev kokmazdı, çok pasaklıydık ama kokmazdık.) Ben çabuk soyundum. Bileklerimin arkası kirliydi, utandım. Bilge’nin vücudu güzel değildi: Bacakları kalındı.

Sf: 104
Bilge’yle denize girdik. Benden hızlı yüzüyordu… Sevgi küçüldü, küçüldü: Bize bakıyordu. Sonra, bütünüyle kayboldu. Bilge’ye dokunmak istediğimi biliyordum; hiç olmazsa bacaklarını bacaklarıma tesadüfen. Ona yetişemiyordum. Sonra yoruldu, onu geçtim. Bilge’yi seyretmek için sırtüstü yattım; bana bakmıyordu. Hey, there, dedim. Aptalca bir söz. Beceriksiz ve küçük hesaplıydım; hemen ulaşmak istiyordum hedefime. Budalaca sırıtıyordum. Utancımı örtmek için suya daldım. Alttan ona yaklaşmaya çalıştım. (Akılsızca ümitler besliyordum.) Şimdi vücudu güzel görünüyordu bana; bacaklarının beyazlığını seviyordum. Onunla…

Sf: 105
Yemekte, yabancı kültürüyle yetişenlere çattım. Bu ülkeye sanki ne kazandırdılar? dedim. Sarhoş oldum.
Bilge’de aptalın biriydi; çünkü, kendisinden nefret eden Sevgi’nin peşinden, bir ev kadını gibi, mutfağa gitmişti. (Fakat bacakları beni ilgilendiriyordu.)

Sf: 106
Bilge’nin üzerinde, night club’a gidecek bir elbise yoktu; Sevgi’nin elbisesini giydi. Nedense hep aynı boydaki kadınlara tutuluyordum. (Daha uzun boylu kadınları beğeniyordum aslında.)
Bilge’nin adamı, ‘Nasıl olsa Bilge benim kadınım’ diye gülüyordu. Bilge’yi dansa kaldırdım ben de; gözlerinin içine bakarak dans etmeye başladım. Bilge’nin adamı, kocası-dans eden-karılarla-konuşulduğu-gibi, yaptı. Sevgi’ye. Bilge’ye sarıldım; çalınan parça, buna izin veriyordu. Şimdi denizde olsaydık Bilge, dedim içimden. (Allah kahretsin, içimden) Bu durumda yüzebilseydik.

Sf: 107
Ben kimdim ya da kimi canlandırıyordum? İşte o zaman öfkelendim albayım, garsonla kavga ettim. Adam olsaydın, bu işi yapmazdın, dedim. Söylemek istemediğim daha birçok söz ettim. Masaya yumruğumu vurmak istiyordum; nedense vurmadım. Kimin adına vuracaktım? Garsona işaret ettiler; Bilge’nin adamı yaptı bu alçaklığı. Bırak onu, kendimi bilemeyecek durumda, demek istedi. (Evet, bilmiyordum kendimi)

Sf: 108
“Kötü bir sözü herkesin söylemesi, o söze bir gerçeklik kazandırmaz.”

Sf: 109
Kırmızı kaplı, mavi etiketli bir defter çıkardı. Sayfaları aceleyle çevirdi. Her sayfada, çeşitli doğrultulara yatmış yazılar ve kırmızı ayırma çizgisinden yazılara doğru eğilen çiçek resimleri vardı. “Sen kız mısın ki çiçek resimleri yapıyorsun sayfa kenarlarına?” “Bu alıştırma defteri de ondan.” “Anladık. Bu ne biçim yazı böyle?”
“Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.”

Sf: 110
“İngiltere, cumhuriyet değil ama. Onlar krallık.”
“Hayır, tam değil.” 
“Peki, ne onlar?”
“Meşrutiyet. Üç idare var, biliyorsun: Mutlakiyet, meşrutiyet, cumhuriyet. Biz en ilerdeyiz: Cumhuriyet. İngilizler, daha ikinci bölümde. Başlarında kral var.

Sf: 116
Ayakkabılarını yere vurdu, tozlar biraz azaldı. Dükkandan içeri girdi. Başı dönüyordu. Loş ve karanlık bir yer. Dükkandan içeri girdi. Başı dönüyordu. Loş ve karanlık bir yer. Bir kız gülümsedi. Ellerini cebine soktu; kirli tırnaklarını bu gülüşten gizledi. Gömlek, dedi. Onu alt kata gönderdiler, erkek tezgahtarların yanına. (Yazık.)
Boyanırken ayakkabılarına baktı; iyi bir sonuç alınamadı. Siz bunu boyatmamışsınız beyim. Boyacıya bu sırrı saklaması için, yirmibeş kuruş fazla verdi. Salondan çıkar çıkmaz ayakkabılarına baktı. (Bir de jilet almalı.) Yıkanacak hali yoktu. Tıraştan sonra boynunu, bileklerini ve koltuk altlarını kolonya ile sildi. Bir serinlik: geçici. Terlememek için, yavaş hareketlerle giyindi. Sokağa çıktı. Hep gölgeden yürüdü. Kapıyı Sevgi açtı. Merhaba. Ülkemizin sorunları geldi.

Sf: 118
Kitaplar, içinde hafif bir bulantı yapıyordu. Kitaplar, eski suç ortakları gibi, her göründükleri yerde rahatsız etmeye başlamıştı onu. Ayrıca yılların verdiği yorgunlukla birleşen bu kitap rahatsızlığı H.’yi bitkin düşürdü; kitap elinde, olur olmaz yerde uyuklamaya başladı. İşinde fazla yorulmadığı halde eve dönünce biraz okursa, hangi saatte olursa olsun bulunduğu yerde uyuyup kalıyordu.

Sf: 119
Yoldan geçen kadınlara Hikmet’in bir süre hiç bakmadığı da doğru değil miydi? (Kadın bacaklarına bakmak içinden gelmiyordu, değil mi?) Artık her şeyden kuşku duyuyordu. Çünkü bu işin de sonunu getirememişti.

Sf: 121
Anlaşılmayan bir nedenle bir binanın üçüncü katına bakan adamın yanında durdu; onunla birlikte aynı yere baktı bir süre.

Sf: 122
Saatçinin vitrinine baktı. Bütün dünya saatleri birleşiniz, aynı zamanı gösteriniz. (Bunu bir yerde kullanırım.)

Sf: 125
Votkayı ancak gözünün önünde sıkılan limonla içer.

Sf:126
 Tahsin Beyciğim, karısına kızdığı için, onun arkadaşlarıyla yatıyordu hayalinde. Ne yapsın?

Sf: 131
(Beni kapıcı yapsalardı, çöpleri dökmeyi ya unuturdum ya da yerlere dökerdim.) Bu yarışta da dökülüyordum.

Sf: 133
Bilge gelince direnmeyi bıraktım. (Geriye döner; Bilge’nin orada olmadığını görür.) Karanlık olmuş. Bu kadar yakınımda olduğu halde göremiyorum. Allah belanı versin Hikmet! “Kaşar peyniri var mı?” “Aldıralım beyim.”
Serin hava, üstüne biriken kokuları yavaş yavaş götürdü. Bir çeşmenin önünde şişesine su dolduran küçük bir çocuğu bekledi, dört teknesiyle çocuğun yanında duran sucuyu beklemedi (gelenek böyledir); yüzünü ıslattı.

Sf: 134
Buraya kadarmış. Boş bir telefon kulübesi gördü, girdi. Defterini çıkardı. (Demek numarayı unutacak kadar uzun süre geçti. İki yıl.) Jetonu yoktu. Dışarıda bir adam bekliyordu. Kulübeden çıktı. Bir iki tütüncü dolaştı. Sigara da alacaktı. (Kimde jeton varsa ondan alırım sigarayı. İnce düşünceler) Kulübe gene boştu. Numarayı çevirdi. (Heyecanlanma) Tam telefonu kapatmayı düşünürken, zilin çalmaya başladığını duydu. Açıldı: Bilge’nin sesi. Hemen kapattı. Evde yalnız mı acaba? Herhalde; yoksa, babası çıkardı. Ona ne söyleyeceğim kapıyı açınca? Merhaba. Bir söz bulmalıyım, sorgulu gözleri bir hamlede yatıştıran bir söz. Ne zamandır gelmek istiyordum. Olmaz, sen misafir misin? Önünde bir dolmuş durdu. Şimdi artık hemen binmem; bir amaca yöneldim çünkü. Bakalım istediğim yere gidiyor musun? Gitmiyormuş ama, aynı doğrultuda bir yere kadar. Oradan devam eder miyiz? Yolda belli olurmuş. Dolmuşa bindi. Senin evin önünden geçiyordum da Bilge, bir uğrasam mı? dedim. Olur mu? Olmaz. (Bilge, o güzel dudaklarınıza sahip olabilir miyim? Aradan yıllar geçmiş, yüzünü de düşünemiyorum.

Sf: 135
Doğrudan doğruya girdik, oturduk, bir süre sustuk; sonra, ben buraya oturmaya gelmedim. Bilge, şunu söylemek istiyorum, seni seviyorum Bilge. Hayır, hiçbir şey söylemeden kalkar giderim, sonra da albayımı görücü gönderirim. Bir kerede olmaz tabii. Üç kere giderim. Bilge’de ‘Bu çocuk durmadan gidip geliyor, bunda bir şey var,’ der. Canım, öyle bir şey yapar ki, sonunda ben cesaret bulurum. Ne yapar? Onu da Bilge düşünsün artık. Benden bu kadar. Durup dururken de söyleyemem ya. İkimiz de yere bakıp susmaya başladık mı tamamdır. Çiçek götürürüm. Şimdi her yer kapanmıştır. Onun oturduğu muhitte açıktır. Evde yalnız değilse? Elimde çiçek, karşımda peder. Nişanı da hemen yaparız, çiçek de var. Neden gidiyorum gerçekten? Bir kere yola çıktım, korkunun sonunu görelim bakalım. Bilge. Bu ne güzel elbise! (Yok deve!) Bir espri yaparım. (Aşkla oynanmaz.) Aşkla oynarım: O güzel dudaklarınıza sahip olabilir miyim? oynarım. İşi öylesine şakaya getiririm ki, gerçeğin anlamı kalmaz. (Bak bunu yaparsın.) Ciddi ol, ciddi ol; durum vahim. İnsanlardan kaçıyordum Bilge, sonunda onlarsız yapamayacağımı anladım: Senden başlıyorum. Son durağa gelmişiz. Devam edecek misiniz? Sen nereye gidecektin ağabey? (Ondan küçük olsam da gene ağabey) Söyledi. Beş lira ver de götürelim ağabey. (Sende durumu anladın galiba) Arkaya da dolmuş yaparız müşteri çıkarsa. çiçekle birlikte bu kadınlar pahalıya geliyor. Babası çıkarsa? Elimi merdiven boşluğuna sarkıtırım, buketi aşağı bırakıveririm. Bir şey mi düştü Hikmet? Hayır, bir ses duydum da. Bir şey değil efendim, on lira düştü. Hemen içeri girerim. Hayır, bu arada merdiven ışığı söner, içeri girmek zorunda kalırım. Ne diyorsun ağabey, gidelim mi? Biz karar vermemiş miydik? Gidelim.

Sf: 136
Sokağın başında indi. Köşede çiçekçi var. Peki, beni evde bulacağını nereden bildin de çiçek aldın? Yok canım, böyle şey sorulur mu? İnsan, kendine eziyet olsun diye, böyle münasebetsiz sözleri düşünür ancak. Fakat, bir tuhaf bakılır gene de. Ben de ayağa kalkar, kitaplara bakarım. Çiçek almıştım da (neden almıştın?), buradan geçiyordum, ışığı görünce çiçekle birlikte geldim (elimden atamazdım ya). İki yıldan fazla mı olmuş? Günler de ne çabuk… Çiçeklerin de isimlerini bilmem ki; parmağımla gösteririm çiçekçiye; Şu kaça? şundan da koy, şunu demetle mi satıyorsun? Hiçbir kadın, çiçeğe dayanamaz. İlk gidişimde baklava götüremezdim ya. Bunlar taze mi? (Anlarmış gibi yapıyorum). Çok pahalı.( Allah Allah, hemen indirdi fiyatı.) Sen hiç çiçek almadın mı? Aldım. Eve mi alıyorsunuz? diye sorarsa çiçekçi, hayır, demeyi bilirim mesela. Elbette eve alınır ama, öyle denmez. Yoksa, uydurma bir kağıda sarar. Bir de kartvizitim olsaydı, bakkala gönderirdim buketi. Çok yakışıklı bir beyden, kendisi de yolda. Ha-ha.
Apartmanın  dış kapısı kapalıydı. Dünyada zili çalmam. On beş dakika kadar bekledi. İçerde bir ışık yandı sonunda.

Sf: 137
Yeni gelmiş gibi yaptı Hikmet, kapıya yaklaştı. Şişman bir adam çıktı; paltosunu, eşarbını düzeltti, geriye baktı. (Demek karısı da gelecek.) Kadın görününce, Hikmet kapıya atıldı, adama hafifçe sürünerek geçti. O telaşla bir solukta çıktı merdivenleri. Oysa, soluk soluğa kalmaya hiç niyeti yoktu; soğukkanlı bir Hikmet olarak görünmek istiyordu. Bilge’nin kapısı önünde biraz bekledi. Merdiven ışığı söndü. Üzerinde, ışıklar çıkaran bir ampul resmi olan düğmeye bastı ve zili çaldı. Bilge göründü:
“Hikmet! Nereden çıktın böyle?” Fena bir soru değil. Düşünmeden karşılık ver.
“Gecekondudan,” dedi aceleyle ve içeri girdi. Bilge, gülerek kapıyı kapadı:
“O ne demek öyle?
“Duymadın mı?” Bilge, saçlarını arkaya attı. (Saçları gene uzun.)
“Hayır.” Kirli pardösüsünü Bilge’ye göstermeden astı. İçeri geçtiler.
“Hiçbir şey duymadın mı?” Koltuğa oturdu. Kitaplara bakacaktın önce. Şimdi kalkılmaz artık.
“Ayrıldığını duydum tabii. Kim söylemişti?” Bilge, ayakta bir süre düşündü. Önemli değil canım, bizden duysaydın daha iyi olurdu.
Bir nefes aldı. Bilge’nin yalnız olduğunu anladı. Neden yalnız? Koridora çıktı ışığı söndürmek için çünkü. “Çiçek mi aldın Hikmet allahaşkına?” Hay allah, orada unuttum. Bilge, gülerek kapıda göründü. Bir şey söyle. “Bu kadar zaman sonra elim boş gelemezdim ya.” Dur, daha iyisini buldum: “Yoksa baklavayı mı daha çok severdin?” İnşallah, ‘Hiç değişmemişsin Hikmet,’ demez. Demedi; vazoyu aldı, çiçekleri yerleştirmeye gitti.
Bilge, vazo ve çiçekler. “Bu çiçekleri sevdiğimi nerden bildin?”

Sf: 138
“Bilmem. çiçek seversin diye düşündüm sadece ve bana kızmışsan seni yatıştırır diye ümit ettim.”
“Nereden kızacakmışım sana?”
“Birden kayboldum diye. Belki de hiç aklına gelmedi.” Biraz ileri gitmiyor muyuz?
“Nerede oturuyorsun şimdi Hikmet?”
“Söyledim ya. Gecekonduda.”
“İnanmam.”
“Onun gibi bir yer. Gecekondu kıtasına, dar bir kara parçasıyla bağlıyım.”
“Nasıl yaşıyorsun? Ne yapıyorsun?”
“Pek yaşıyorum sayılmaz. ‘Yaşamak’ sözüyle ‘geçinmek’ ya da ‘çalışmak’ gibi uzak meseleleri soruyorsan cevabı kolay: Çalışmıyorum ve ufak bir gelirle yaşıyorum. Babamdan kalan iki parça şeyi sattım. Öyle derler ya. Gerçekten iki parçaydı. Çalışkan bir arkadaşım da bu parayı ‘çalıştırıyor.’ Para, sabahtan akşama kadar koşup duruyor ve ben gecekonduda, aynı süre içinde sırtüstü yatarak kadınlara çiçek almayı hayal ediyorum.

Sf: 141
Başım dönüyor. Nasıl dönüyor? diye sormuştu doktor. Başın duruyor da, çevrendeki eşya mı hareket ediyor? yoksa, sabit bir ortam içinde mi döndüğünü hissediyorsun? Felsefi bir soru. Odanın ortasında, doktorla birlikte denemişlerdi: Önce eşya durdurularak Hikmet’in başı çevrildi; sonra da eşya… İkisi de değil, demişti doktora. Utanmıştı. Bilim de dudak bükmüştü bu baş dönmesine. Dönmediğine karar vermişlerdi.

Sf: 143
Sevgi sizlere kızıyordu; kötü bir durumda teslim almıştı beni. Üzerimde çok uğraşmak gerekiyordu. Beni, her gün gömlek değiştirmeye alıştırmak gerekiyordu. Bana kötü bakmıştınız. Okurken sayfalarını buruşturmuştunuz. Bu çocuğun aslında neye ihtiyacı var diye düşünmemiştiniz. Bu çocuğun aslında Sevgi’ye ihtiyacı vardı.

Sf: 145
Bilge. “Öyle bir kahve yapalım ki, bütün gece uyuyamayalım.”
Hostesin bacaklarına bakıyoruz. Bir viski içmesini de bilemeyecek miyiz? Güleriz. Ha-ha.
Kekeleyerek güleriz. Uslu oturun arkadaşlar! Sol melek! Buyrun yüzbaşım! Bana, iki tane daha, eğilen hostesin bacaklarına bakma günahı yaz. İki omzumuza, paşa apoleti gibi konmuşlar albayım. Yaz bakalım: Suçumuz sevmek.
Ha-ha. Günah meleği! Her ‘haha’ için, iki virgül dört günah yaz da aklın karışsın.

Sf: 146
Biz, her şeye hayret eden bir millet olduğumuz için albayım, sevinç ve şaşkınlıkla ellerimizi çırpıyoruz. Zaten bir her zaman alkışlarız. Beğensek de, beğenmesek de, oyumuzu versek de, vermesek de , her şeyi oyun sandığımız için durmadan ellerimizi çırparız.

Sf: 154
Kimse bize aldırmıyordu. Öyle görünüyordu. Zenginler, hiçbir şeye aldırmama, hiçbir şeyden heyecanlanmama lüksüne sahiptirler; bu nedenle çok yaşarlar.
Bizler, birer zengin karikatürü gibi dolaşıyorduk ortalarda. (Onlar, görünmeden dolaşıyorlardı.) Ayakkabılarından nasırlarımız, gömleklerden kıllarımız, daracık pantolonlarımızdan mendillerimiz ve paralarımız ve cep defterlerimiz fırlıyordu. Ayakkabılarımızın burnu taşlara takılıyordu. Onlar, kapıdan arabaya, arabadan kapıya, rıhtımdan motora bir rüya gibi kayarak gidiyorlardı. Sanki bir tünelin içinde, bize görünmeden dolaşıyorlardı. Yarış alanının kenarına da acaba nereden gelmişlerdi? Kaç kat elbiseleri vardı ki, pantolonlarının dizleri hiç buruşmuyordu? (Biz içine astar koydurduğumuz halde boru gibi olmuştu.) Terlemez miydiler? Burunları akmaz mıydı? Tırnaklarının içine kirler dolmaz mıydı? Konserde hiç gıcık tutmaz mıydı onları? Öksürmez miydiler? Çok sık yıkandıkları ve her yıkanışta çamaşır ve gömlek ve hatta elbise değiştirdikleri söyleniyordu. Peki, mesela Kirkor’un tezgahına dayadıkları dirsekleri yağlanmaz mıydı?

Sf: 158
Bizim gibilerin hayatında güzellikler, kısa süren aydınlıklardır. Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa bir süre için girerler. Uşak rolünde sahneye çıkarlar. Kötü bir yaşantı, fakat bir oyun.

Sf: 159
Portakal sandığından arabalarıyla, arabalarının üstüne kurdukları dört direkli meşin gölgelikleriyle, rozetleri ayakkabı bağları- telefon jetonları- bir liralık kararmış aynaları- çakmaklara benzinleri- karamelaları- file içinde sayı hesabıyla sattıkları portakalları- nazar boncukları- kibritleri- filtreli sigaraları- müstehcen resimleri- plastik topları- pal tıraş bıçakları- hediyelik kartpostalları- piyango biletleri- prezervatifleri- İsveç çelik madeninden jiletleri- ilaveli gazeteleri- yazmaz dolmakalemleri- bir bardak içine doldurulmuş silgili kurşunkalemleri- sağır dilsiz kör levhaları- güvercinlere atılan mısırları- titreyen ellerindeki karanfilleriyle birlikte ‘bu kadar acıma bu dünyaya çok’ diyerek sildik hepsini. Çimenlerin üzerinde tekerleklerinin izi bile kalmadı. Ayağımızla da, şöyle şöyle düzelttik ezilmiş çimenleri. Oldu bitti. Her şey eski durumuna geldi.

Sf: 161
Sokağa çıktıklarında, kapanan iki kapının sesi kaldı yalnız aklında; biri hafif, biri sert.
Binalara yakın yürümüş olmalılar ki, zemin kat duvarlarının mermerlerini hatırladı Hikmet sonradan.

Sf: 164
Kısa bir süre bu çuvalın karanlığında kaldı. Sonra, yerdeki yığının yanına bıraktı onları. Çekingen adımlarla yatağa yürüdü. (Önce yanına yatmalıydı tabii. Aceleciliğinden utandı.) Bilge ona yer verdi. Neredeyse teşekkür edecekti Bilge’ye. (Here I come desene. Şimdi olmaz.) Kararsız kollarıyla ona sarıldı. Bilge ne kadar değişik kokuyordu. Tam çıplak olmadığını hatırladı birdenbire: Saatini çıkardı. Sonra bir süre kendini unuttu. Kendisiyle birlikte, kafasında daha önce yaşamış olduğu birçok Bilge’yi de unuttu: Evli Bilge, ayrılmış Bilge, genç kız Bilge, hizmetçi Bilge, fahişe Bilge, ihtiraslı Bilge, soğuk Bilge, otuz yaşında Bilge, yirmi yaşında Bilge, saf ve bilgisiz Bilge, kurnaz ve baştan çıkarıcı Bilge, karısının arkadaşı Bilge, arkadaşının sevgilisi Bilge, mutlu olduğu halde baştan çıkarılan Bilge, mutsuz olduğu halde baştan çıkarılan Bilge, kendiliğinden gelen Bilge, zorla elde edilen Bilge, öğrenci Bilge, siyah çoraplı Bilge, müdür Hikmet’in sekreteri Bilge ve bütün kitapların Bilgesi. Eski Hindistan’dan günümüze kadar gelmiş bütün sevişme oyunlarının Bilge’si. (İlk gece hangi Bilge ile seviştiğini hiçbir zaman bilemedi.)

Bilge’nin yanına tekrar uzandığı zaman, genç kadının üstünden pencereye baktı: Karanlık camdan seyretti boşluğa düşen iki insanı. Elini uzattı. Bilge’ye dokundu. Beyefendi yapmayın deseydi Bilge; ya da bana neden öyle sözler söylüyorsunuz gibi bir şey. (Bütün Bilgeler geri dönmüştü.) Ya da eski Bilgelerden biri, sekreter sıfatıyla, ‘Canım daha yeni yattık, siz de ne kadar… Sonra başka şeyler konuştular, geçmiş günlere döndüler. Sonra, sigara içtiler. Sonra, çıplak olduklarını farketti Hikmet yeniden. Bilge’ye sarıldı. Sonunda, Bilge’nin yanına yüzü koyun uzandı. Bittiği zaman arkasını dönen, iyi geceler dileyen erkeklerden nefret ederim. Daha önümüzde uzun bir karanlık var daha yaşamalıyız, boşluğa düşmemeliyiz. Sevişmesek de düşmemeliyiz. İki dakika sonra uykuya daldı.

II.Bölüm
Sf: 180
Bütün budala ve inatçı kadınlardan, yani bütün bütün kadınlardan, hepsinden, hepsinden nefret etti. Hiç olmazsa lüks bir lokantada yemek yemeden erkekle yatmayan sözde ağırbaşlı kadınlardan, onlarla gittiği bekar arkadaş evlerinden, garsoniyerlerden, garsoniyerlerin pis çarşaflı ve pis erkekle pis kadın kokan yataklarından, kırmızı apliklerle ve dergilerden kesilmiş çıplak kadın resimleriyle süslü duvarlarından, inanılmaz derecede kirli bulaşıkların ve yarısı içilmiş içkilerle dolu bardakların ve sucuk -ekmek-peynir parçalarının ve tozlu boş içki şişelerinin karmakarışık durduğu mutfaklarından, kurumuş yapraklar gibi kıvrılan kırmızı, yeşil çiğ renkli perdelerinden, tahtaları çarpılmış amerikan barlarından, çamurlu pis kilimlerinden, balkonlara yığılmış tenekelerinden, soğukluğundan, ağır rutubet kokulu bodrum havalarından, kadınla yattıktan sonra bütün bunların daha dayanılmaz, daha insandışı görünmesinden, elbiseleri toplamanın ve yatağın üstüne oturup yerin tozuyla beyazlaşmış çorapları giymenin iğrençliğinden, bu sırada söyleyecek bir söz bulamamanın durgun sıkıntısından, bekar arkadaş evlerindeki bulanık sulu akvaryumlardan, hafif parçalar çalan pikaplardan, kötü yağlıboya tablolardan, kitaplıklara dizilmiş hiç okunmayan kitaplardan, köşe başlarında pazarlık edilen kadınların aldırmazlığından, onlarla gidilen otel odalarından, otel katibinin anahtarı uzatan örümcek elinden, sokak dişilerinin soğuk otel odasında soğuk çarşaflar içinde sahte bir şehvetle ona saldırmasından, kulağına canım kocacığım demesinden, otel odalarından, otel katibinin anahtarı uzatan örümcek elinden, sokak dişçilerinin soğuk otel odasında soğuk çarşaflar içinde sahte bir şehvetle ona saldırmasından, kulağına canım kocacığım demesinden, otel odalarının pencerelerini tam kapamayan soluk perdelerinden, gece karısının yanına dönünce onun saf bir görüntüyle uyuyuşundan, kocasından iğrenmesinden, arkadaş evlerinde yapılan alemlerden, her zaman temiz giyinmek ve tıraş olmak ve canlı ve neşeli görünmek gibi sahteliklerinden, bütün bu sahteliklere düşmesine sebep olan kadınlardan, yani bütün kadınlardan, karısından, bu evden yapmış olduğu her şeyden nefret etti.
Sonunda, ayrılmaya razı oldu: Yorulmuştu. Kendine acıdı, kendini hor gördü.

Sf: 181
Alaycı ve öfkeli tavırlarını bıraktı; haksızlığa uğramış gururlu bir insanın hüviyetine büründü. Kendine inandı. Leyla Hanım, yavaş bir sesle “Yarın sabah eşyamı toplarım,” dedi. Nikahta taşıdığı siyah yılan derisi çantasının içinde yüzyetmiş lirası vardı. Evinde kalabileceği bir arkadaşı yoktu. Bu şehirde bir akrabası yoktu. Satabileceği kıymetli bir mücevheri yoktu. Hangi işte çalışabileceğini bilmiyordu, diplomalarının bile nerede olduğunu hatırlamıyordu. Durum, fransız romanlarındakine hiç benzemiyordu. Bir an için, hiçbir şey yapamayacağını, hiçbir yere hareket edemeyeceğini hissetti. Hazırlıklı değildi. Hiçbir yere gidemezdi. Yatak odasına bile gidemezdi; artık kocasıyla yatamazdı. Büyük koltuğunda öylece kalabilirdi ancak. Ne kadar? Ebediyen. Yeni bir kahramandı. Yeni bir romanın yeni bir kahramanı. Bütün gücünün, kocasına karşı direnirken kullandığı bütün gücünün eridiğini hissetti. Kendine acıyacak hali de kalmamıştı. “Yarın hemen gidiyorum,” dedi bir son çabayla.
Süleyman Turgut Bey, gururlu tavrını bırakmamıştı: elinin tersiyle karısının son sözlerini geriye itti, “Sen hiçbir şey yapamazsın,” dedi. Kapıya döndü. “Bavulunu toplayacak olan biri varsa o da benim,” dedi, başını dikleştirerek. “Otel odalarının değişmez misafiri benim!” Leyla Hanım, kocasını şaşkın ve bitkin gözlerle seyretti. Şalına biraz daha sarındı. Saat onikiyi yirmi geçiyordu.
Süleyman Turgut Bey, taşıyabileceği büyüklükteki bir bavula elbiselerinin, gömleklerinin, çamaşırlarının bir kısmını yerleştirdi; birkaç parça gerekli eşya daha aldı. Kalan eşyalarını, kitaplarını hiçbir zaman almadı; bir daha eve hiç dönmedi. İki ayakkabısını da bir gazete kağıdına sararak iple bağladı. Eve, odalara son defa bakmayı da akıl etmedi; ya da düşünmedi. Anahtarlarını yatak odasındaki komodinin üstüne bıraktı ve karısıyla kızının ürkek bakışlarına aldırmadan çıktı gitti.

Sf: 182
Sevgi -bazı pazar günleri babasıyla buluştuğu zaman- onun, kiri belli olmasın diye koyu renk kareli gömlekler giydiğini, elbiselerinin daima ütüsüz olduğunu, hep üç günlük sakalla dolaştığını üzülerek gördü.

Sf: 195
Artık sanki yaşamıyorum, yaşayan birini seyrediyorum; daha önce bildiğim romanı okur gibiyim. Bir roman, kendini okumaya başlasaydı herhalde bu kadar sıkıcı bulurdu kendini.

Sf: 197
Onları karıştıran insan ihtirasıydı. İhtiras kelimesini düşündü Sevgi, bir süre. Hayır, düşünmedi; Hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağlıktı. İhtiras, babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı.
Yaz ortasında annesi birden hastalandığı için dönmek zorunda kaldılar. Doktorlar, hastalığı pek anlayamadılar. Sevgi, Selim Beyle birlikte, ilaç kokan hastane koridorlarında, bitmez tükenmez muayenelerin, tahlillerin, filmlerin sonuçlarını bekledi; beyaz gömlekleri uçuşarak, insanın yüzüne bakmadan geçen doktorların peşinden koştu. Bu doktorlar, hep bilinmeyen bir hasta ile, o sırada kendilerini bekleyen insanlarla ilgisi olmayan soyut bir hastalık kavramı ile uğraşıyorlardı. Bu hastalık denen mesele, profesörler, doçentler, mütehassıslar, asistanlar, hemşireler, hastabakıcılar, laborantlar, hademeler, tıp öğrencileri arasında görüşülen ve insanların ve özellikle hastaların üstünde bir davaydı. Elinizde üstü büyülü yazılarla dolu kağıtlar onların arkasından bakakalıyordunuz.

Sf: 204
Öksüz kalmak, işte bu demekti. Zamanından önce öksüz kalmanın da, boşanmak ve evini terk etmek ve başka birine aşık olmak gibi yersiz bir durum olduğu belliydi. Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam kadro ile bulunmak gerekiyordu: Anne, baba, hatta kardeşler ve hatta minimum sayıda akrabalar (teyze, dayı, hala, amca, yeğenler v.b)

Sf: 205
Başını salladı: “Hiç olmazsa kalkıp bir kahve pişirmeliydim; iyi kötü iki fincan kahve yapmalıydım.” Ayağa kalktı, yerinde kımıldanan Sevgi’yi oturttu. Birkaç dakika sonra, elinde tepsiyle göründü. Sevgi’ye bir sigara verdi; birer sigara yaktılar. Sevgi, dumanı içine çekti; biraz başı dönerek Selim Bey’i dinlemeye başladı.
“Sana hiç bahsetmedim ama, muhakkak duymuşsundur: Evliliğimizin dördüncü yılında Nazlı, evi terk etmişti. Nasıl derler, bir başkasına kaçmıştı. Acıklı bir durumdu. Ne yapacağımı bilmeden odalarda dolaşıp durdum. Karımın resimlerine baktım. Bir şeyler yapmak, birilerine gitmek, ne bileyim dert yanmak, ondan şikayet etmek, bana yapılan bu haksızlığı ortaya döküp sızlanmak istemeliydim. En azından, herkesin yaptığını yapmak gelmeliydi içimden. Belki de bütün bunları istiyordum, harekete geçemiyordum. Üstüm başım dağınık, sokaklarda sürükleniyordum. Söze nereden başlanacağını bilemiyordum herhalde: Durup dururken birine giderek söze başlayamazdım ya. Fakat biri benimle konuşmaya başlayınca da, söz dönüp dolaşıp buraya gelecek diye korkuyla iç geçiriyordum; göğsüme bu mesele saplanıyordu. İşten erken kaçıyor, meyhanelerde oturuyordum öğleden sonraları. Bir gün, tren istasyonunun yanındaki bir lokantaya girdim; kendimi hamallı yük arabalı yabancı bir çevrede bulmuştum birdenbire ve civarda başka meyhane yoktu. Lokantanın bahçesinde, trenlere yakın bire yere oturdum.

Sf: 206
Erken bir saat olmasına rağmen masalar kalabalıktı. Bir şişe rakı söyledim. (Kimseye bakacak halim yoktu.) Sabahtan beri bir şey yememiştim. Biraz meze getirttim. İlk kadehleri hızla içtim, başım döndü. Sonra, çevreme baktım: Konuşuluyordu, hiçbir şey yenmiyordu, sadece kahve çay gibi şeyler içiliyordu. Birileri bekleniyordu. Tren yoluna bakılıyordu. İçmeye devam ettim. Çevremdeki gürültü artıyordu; heyecanlanılıyordu. Masalardaki çaylar bile içilmiyordu. Bütün gözler demiryoluna çevrilmişti. İçki, yavaş yavaş gerginliğimi yumuşattığı için, çevremdeki insanları görmeye, sesleri duymaya başladım. Dış ülkelerden gelecek bir tren bekleniyordu. Herkes birbirine gülümsüyordu, bir yakınlık havası sarıyordu ortalığı. Ben de gülümsedim. (biraz da içkiden) Sonra, onlarla birlikte heyecanlanmaya başladım. Bilhassa tren yoluna bakınca insanın heyecanı artıyordu. Sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. Sanki trenden, mesela Nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılıverecekti. Ben de bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. Hemen bir arabaya binecektik; her şey hemen düzelecekti. Herkes sabırsızlanıyordu; herhalde tren biraz gecikmişti. Ben, trenin geliş saatini bilmediğim için, biraz rahattım. Dakikalar ilerledikçe benim de gözüm demiryoluna takıldı kaldı. Tren geldiği zaman, herkes kadar heyecanlı, herkes kadar sabırsızdım. Herkesle birlikte gülümsüyordum. İnsanlar, yakınımdaki masalarda oturanlar, masaya kurulup rakı içerek yolcusunu bekleyen bu adama biraz hayret, biraz da imrenmeyle bakıyorlardı. Ben, olgun bir adam rolündeydim. Onlar adına endişeliydim: Ya bekledikleri kimse, trenden çıkmazsa diye korkuyordum. Bütün bekleyenleri birer birer gözlerimle takip etmeye başladım. Önce trenin pencerelerindeki yolculara bakıyordum; trendeki yolcu, birine el sallamaya başlayınca, onun elini takip ederek talihli karşılayıcıyı buluyordum. Sonra, başka ellere bakıyordum. Onlarla birlikte gülüyordum; galiba ben de bir iki kere elimi salladım. (Sarhoşluktan olacak.)

Sf: 207
Nazlı gelmedi tabii. Biraz mahzun oldum. Benimle birlikte, beklediği gelmeyen birkaç karşılayıcı daha kalmıştı lokantada. Çevremde hüznümü paylaşacak bir iki kişinin daha bulunması, benim de hakiki bir karşılayıcı olarak, sadece beklediği gelmeyen bir karşılayıcı gibi, istasyondan ayrılmamı sağladı. Biraz da gümrük kapısında bekledik onlarla birlikte: Belki de yolcumuzu, o kalabalıkta görememiştik. Sonunda boynumuzu büküp ayrıldık oradan: Nazlı gelmemişti.
Bu oyuna kısa zamanda alıştım. Arada tren istasyonuna uğrayarak tarifelere bakıyordum. Bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği gün de telefon ederek tehir olup olmadığımı öğreniyordum. Lokantada beklerken de, artık trenin geliş saatini bilmemin heyecanını, bütün karşılıyıcılarla birlikte yaşıyordum. Birkaç bekleyişten daha cesur olmuştum. Elimi hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. Beni, tanıdıklarından birine benzetip, bana da el sallayanlar oldu: Bu kadar yolcu içinde, elbette birinin ahbabına benzeyecektim. Böyle yanılmalar, benden başkalarının da başına geldiği için, vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu. Ayrıca, tren gelinceye kadar en az bir şişe içtiğim için, bu kadar teferruatı düşünerek endişelenecek kadar ayık da olmuyordum. Trenin gelişiyle birlikte istasyonda birdenbire artan hareketin seline kaptırıyordum kendimi. Gümrük memurlarıyla da artık ahbap olduğum için, bana imtiyazlar tanınıyordu. Öyle ya, benim kadar yolcu karşılayan kimse yoktu. Fakat nedense ben, yakınlarımı peronda göremiyordum; tam gümrükçülerden ayrıldıktan sonra, tam ümidimi kesmeye başladığım sırada yolcum da gümrük kapısından çıkıyordu: Onunla meydanın önünde karşılaşmış oluyordum. Daha sonraları, perona çıkıp beklememe izin verdikleri için, yolcularımı peronda da görmeye başladım. Tren gelince hemen yolcuların arasına karışıyordum; sonra da gümrükçülere görünmeden ortadan kayboluyordum: Yolcularımı (genellikle birden fazla olduklarını söylüyordum.) peronda buluyordum ve kalabalığın içinde beni göremiyorlardı tabii.

Sf: 208
Gümrükçüler, bazen masama oturuyorlar; ne kadar yolcun var Tahsin Bey, diyorlardı. Beni pek sevmişlerdi. Onlarla, Selim Bey olarak konuşmak garibime gittiği için; bu maceranın, Selim Bey’in günlük hayatı dışında bir gidişi olduğu için, ben karşılayıcılık işinde Tahsin Bey olmuştum. Hatta bir gün, gümrükçülerden birisi, istasyonun dışında bir yerde arkamdan Tahsin Bey, diye bağırınca hemen başımı çevirmeyi akıl edemediğim için tuhaf bir vaziyete düşmüştüm. O günden sonra ne zaman arkamdan Tahsin Bey diye bağırılsa hemen döner bakarım.

Sf: 209
“Gümrük memurları değişmişti, eski garsonlardan hiçbiri kalmamıştı. Nazlı ölmüştü ve onu beklemek diye bir mesele olamazdı. Bunu hayal bile edemezdim. Başka bir çareye başvurdum; daha doğrusu, bir trenin kalkış saatine yakın bir sırada lokantaya gittiğim zaman, oyunun mahiyet değiştirebileceğini gördüm. Herkes üzgündü: Yakınları gidiyordu. Ben gene ön masaya bütün rakı takımıyla kurulmuştum. Artık oyun oynamak lüzumunu da hissetmiyordum; Uğurlamaya geldiğim bir yakınım olmadığı belliydi. Bu sebepten, kimsenin dikkatini çekmiyordum. Suratımı asmış oturuyordum: Nazlı gitmişti. Gidenler sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı. Gene de, hakikaten üzülen bir iki samimi yolcu vardı. Ben, kimse bilmemekle beraber, kötü bir roldeydim: Bütün gidenlerin, tıpkı Nazlı gibi, bir daha dönmeyeceği esası üzerine kurmuştum maceramı. İçimden, her kalkan trene ‘Ölüm m Katarı’ gibi, ‘Karanlıklar Treni’ gibi isimler takıyordum. Toplu bir cenaze törenine gelmiş gibi hissediyordum kendimi. Fazla masraf olmasın diye, bir tren dolusu ölüye tek tören yapılıyordu. Tabut ve taşıma masrafını azaltmak için, bütün ölüler, daha tam ölmeden, daha hareket güçlerini tam kaybetmeden, kendi ayaklarıyla törene geliyorlardı. Nazlı, bir tren önce gitmişti; ben de, onu uğurladıktan sonra, hazır gelmişken, diğer törenlere de katılıyordum. Muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. Ne büyük bir günah, değil mi?

Sf: 231
Bir genç kızın yaşamak isteyeceği rüyaların kötü sonlarını gördükçe ümitsizliğe düşüyordu. Sevgi: Babası, masum da olsa, düzensiz yaşayışı yüzünden eriyip gitmişti; annesi, rahat bir ömür sürmek gibi zararsız bir hayal uğruna, sevmediği bir insana yıllarca katlanmıştı; Nursel Hanım bütün insanlığı kucaklamak isterken, neredeyse bu dünyanın altında eziliyordu.

Sf: 240
Yazmak istemiyordu. işinde ilerlemek istiyordu, para kazanmak istiyordu, masa ve koltuk ve yatak odası takımı ve halı almak istiyordu. Sevgi itiraz ediyordu: Her eşyayı birer birer almanın, ne bileyim canım, serserice bir keyfi yok muydu?

Sf: 247
Bununla birlikte Sevgiyle Hikmet, yalnızlıklarını yaşamaya çalıştılar. Bir torbanın içinde, bakkaldan manavdan aldıkları yiyecekleri doldurdular; kırlara, ağaçlıklara, deniz kıyılarına gittiler. Yazın, herkes gibi açık renk elbiseler giydiler. Hikmet’e beyaz bir pantolon bile alındı. Araçlara bindiler, araçlardan indiler. Yorgun, argın bulabildikleri boş bir ağacın altına oturdular -iyi ve gölgeli ağaçlar, erken gelenler tarafından kapılmıştı- katı yumurtalarını kırdılar, tuzu unuttukları için yumurtaları tuzsuz yediler, yiyeceklerin hepsini bitiremediler, dönerken bir de onları geri taşıdılar. Deniz kıyılarında, güneşten rahatsız oldukları için, gölgeli taşların üstüne oturdular; gözlerini kırpıştırarak, denize giren ve top oynayan ve kumları sıçratan ve koşuşan kalabalığı seyrettiler. Yorgunlukları büyüdü.

Sf: 248
Başkaları gibi yaşamasını bilmeyenler, başkalarını taklit etmeliydi. Onlar da ellerinden geleni yapıyorlardı: Deniz kıyısında bir kahveye oturuyorlar, ah ne kadar güzel! diyorlardı.

Sf: 249
Deniz havası bize iyi geldi, diyorlardı. Önlerinden takalar geçiyordu: Ne sıcak renklere boyanmış tekneler! diyorlardı; o renkle o rengi hangi ressam yanyana getirmeye cesaret edebilir?
Dönerken, ucuz olduğunu düşündükleri bir gazinoya giriyorlar, biraz içiyorlardı. Ne yazık ki Hikmet, her mezeyi ısmarlarken yeniden hesap yapıyor, yol parası dışında cebinde ne kaldığını sayıyordu. (Yol parası ayrı bir cepte taşınıyordu.) Sevgi pantolon cebini dikmeyi unuttuğu için, bir keresinde bu para düşürülmüştü. Allahtan, hesap beklediklerinden az gelmişti. Biz serseri değil miyiz? diye tekrarlıyordu Hikmet: Böyle şeylere aldırır mıyız?

Sf: 251
Hikmet’e babasından biraz para kalmıştı; nedense bu parayı saklamak istiyordu. Sevgi’nin sözlerine başını sallarken, bu parayla çalışmadan nasıl yaşanabileceğini kuruyordu kafasında: Bir evde en ucuz kaça oturulabilirdi? Bir günlük yiyecek kaç para tutardı? Sevgi de iş yeri olarak kullanacakları binayı tarif ediyordu. O gün çok elverişli bir han görmüştü; tam istedikleri gibi. Tam kaça çıkar böyle bir yaşantı diye aklından geçiriyordu Hikmet.
III.Bölüm


Sf: 259
İnsan, sevdiğini üzmek pahasına ondan yararlanmaya çalışıyor.

Sf: 261
Üniformalı kapıcının otelinden esmer bir adam çıktı: Beyaz çizgili lacivert bir elbise giymişti, yağlı bıyıkları ve büyük altın yüzükleri vardı. Ben neyi sevmiyorsam albayım, bu adamda vardı. Adam beni yanına çağırdı, hemen unuttum onu sevmediğimi. Ben ilgi görünce, hemen unuturum her şeyi albayım, biliyorsunuz.

Sf: 262
Her fırsatta, küçük bir zayıflık sezdi mi mesele çıkaran, sonra üzerine yürününce de kendine acındırmak için sahte duyarlıklara başvuran zavallı ‘ben’ i gördüm. Kendime acındırmayı bir sanat haline getirmeye çalıştığımı anladım.

Sf: 266
Hüsamettin Bey, “İngilizler de nereden çıktı?” diye sordu. “İngilizler her yerden 
çıkarlar albayım, her yerde bulunurlar. Olayların dengesini sağlamak için muhakkak bulunurlar. Her şeyi onlara danışmak gerekir.

Sf: 267
Aslına ben de senin kadar bağlıyım saplantılarıma. Bir aydır metresimden mektup alamıyorum.

Sf: 274
Ne yazık ki, başka insanlara duydukları tepkiden yararlanarak başarıya ulaşmayı yalnız sanatçılar becerebilmiştir.

Sf: 279
Kadınlar, aptaldır albayım: Sadece sezmesini ve beklemesini bilirler. Ona, aptalsın diyorum. Bir de felsefe fakültesini bitirmiş. Ha-ha. Onunla alay ediyorum. Bilmezge diyorum ona. Evinde dikiş dikip koca bekleyeceğine felsefe okumuş. Fena mı etmiş? İsmi de Bilge. Ha-ha. Hiçbir şey bilmiyorum.

Sf: 280
Sizin gibi seyirci nerede, albayım?”
“Bizim de başka çaremiz yok da ondan, oğlu Hikmet. Biz bu dünyaya seyretmeye, hayran olmaya gelmişiz.  Takdir etmesini bilmek de bir meziyet, derlerdi büyüklerimiz bize. Biz de önümüze geleni beğenirdik: Tarih hocasını Herodot, felsefeciyi Eflatun zannederdik. Bizim hocaların adı neden tarihe henüz geçmemiş diye hayıflanırdık; ortada bir haksızlık olduğunu düşünürdük. Bize göre herkes, alim adamdı. Tekaüt olduktan sonra kanaatlerim biraz değişmişti ama, gene de hangi resim sergisine gitsem, koşar ressamı tebrik ederdim; bütün piyeslerden sonra alkışlamaktan ellerim acırdı. Ediplerle tanışamadım diye üzülür dururdum. Bir gazete muharririnin yazılarını en büyük hakikat olarak kabul ederdim. Mühim makaleleri kesip saklar, fırsat buldukça yeni baştan okurdum. Ortaya atılan her esere hürmetim vardır benim. Bir insanın, iyi kötü, ortaya bir eser koyması ne kadar zor, ne takdire şayan bir gayrettir bilemezsin.”
“Ben ne koyuyorum ortaya albayım?” diye çekinerek sordu Hikmet.
“Kendini koyuyorsun evladım; daha ne koyacaksın? Herkesin başkalarından bucak bucak kaçırdığı muhtevayı koyuyorsun. Sen beğenmezsin ama, Mütercim Arif’in biz sözü vardır: “Nev-i beşerdeki fertler, bütün günah ve sevaplarıyla tekmil ruhlarını cemiyete arzettikleri nisbette, ondan hisselerine isabet eden gam ve süruru istismara, gayrı kabili için içtinap bir surette müstahak olurlar.”
“Biraz karışık ama,anladım albayım.”

Sf: 282
Bugünün doktorları, insanın delirdiğini çok kolay kabul ediyorlar da, iyileştiğine inanmakta biraz nazlanıyorlar.

Sf: 290
Hüsamettin Bey kızdı: “Gece yatısıyla oyun olur mu?”
“Oyun değil ciddi albayım. İnsanlarımızın en sevdiği birlikte bulunma yollarından biridir. Ben yerde de yatarım albayım. Bilge’ye de söylerim, geceliğini getirir. Daha başkalarını da çağırırız. Ailece hep birlikte geliriz. İktisatçılara göre, bizim geri kalmamızın ve ingilizlerin ilerlemesinin nedeni, onların gece yatısından sonra vazgeçmeleriymiş. “Saçma,” dedi albay.

Sf: 319
Çok uzun konuşmalıyım biliyorsun, ben susunca gidersin biliyorum, ben konuşurken kaçanlar da oldu, bana roman yaz diyenler de oldu, hayatım roman olduğu için yazamıyorum, bir gün sonraya çıkabilmek için ve güneşin bir gün daha doğmak üzere olduğunu görebilmek için her gün yeni oyunlar icat etmek zorundayım.

Sf: 321
Bizim bir arkadaş vardı, kadınlara kendini acındıracaksın diye öğüt veriyordu bana, çok üzülüyorum -ne yapacağımı bilmiyorum- yalnız kaldığım için intihar etmeyi düşünüyorum diye dert yandı mı bütün kadınlar ağına düşüyormuş, sonra bir yanlışlık oldu: bu arkadaş -başımız sağ olsun intihar etti, benim de korktuğum anlar anlar oluyor, insan bu güven olmaz, pencere bu kadar yakınken ve iki adım daha atınca denize düşmek ihitmali varken, korkmayın canım şey, sizi elde etmek için yalandan söyledim, ben ölür müyüm?

Sf: 331
İnsan, yorgunluğunu oturunca anlarmış. Benim de bütün yorgunluklarını gecekonduda oturmaya başladıktan sonra ortaya çıktı. Ne kadar dinlensem, yaşayışıma ne kadar özem göstersem, o kadar bitkinleşiyorum.

Sf: 335
“Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? Bütün hayatımca bu cam kırıklarını beyin zarımın üzerinde taşımak ve onları oynatmadan son derece hesaplı düşünmek zorundayım. Bir filmde görüştüm doktor: Senin gibi gene bir doktor olan ve sözüm meclisten dışarı, delice planlar kuran Frankeştayn adlı biri, büyük bir bilim adamını öldürerek, beynini çalıyordu. Ona karşı koymak isteyen iyi niyetli bir genç adam da Frankeştayn’la mücadele ederken, içinde beynin bulunduğu kavanoz kırılıyor ve cam kırıkları bu üstün beyne batıyordu. Biliyorsun filmlerde böyle iyi niyetli genç adamlar olmasa her şeyin sonu çok biter; üstelik bu işin sonu, iyi niyetli adama rağmen çok kötü bitti: Cam kırıkları hiçbir zaman beynin üzerinden tam manasıyla temizlenemedi; çünkü, beyin zarının zedelenmesinden korkuldu. Bence bu tehlike göze alınmalıydı; fakat o zaman bu, başka bir hikaye olurdu ve biliyorsun ki doktor, ben bütün hikayelerin başka türlü olmasını isterim aslında. İşte doktor, yukarıda sözü geçen beyindir kafamın içindeki.

Sf: 350
Dünyada her insan, başkalarından çıkar sağlamak için, sabahtan akşama kadar asık bir suratla dolaşır. Ben kimseye yaranamayacağımı anladığım için yeni bir dümenin suyuna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum.

Sf: 352
Albay düşündü. “Seni tam anladığımı söyleyemem oğlum Hikmet. Fakat, sanki bir şey varmış gibi öyle gürültü yapıyorsun ki…”
Hikmet bir kahkaha attı: “Oyun albayım, oyun. Kimseye zararı yok. İsteyen seyreder, isteyen yanındaki kızı sıkıştırır, isteyen de oturanların nasırlarına basarak çıkar gider.
Gerçekten bir oyundur bu ve oyundan da gerçektir. Bir sürü laf kalabalığıdır. İçinde ne gerçek bir tabiat tasviri vardır, ne de derin bir ruh tahlili. Böyle ustalıkları, Descartes’çı olmadıklarını sandıkları halde Descartes’çı olanlara bırakıyorum. Siz benim oyunumu seyretmek istiyor musunuz? istemiyor musunuz?

Sf: 353
“İstiyorum,” dedi albay. “Benim zayıf tarafımı biliyorsun.” “Biliyorum albayım. Bunun için de siz -sadece siz- oyunu bedava seyredeceksiniz. Başka herkes bilet alacak. Çünkü onlar gerçek; çünkü siz gerçek değilsiniz. Siz de oyunun -dolayısıyla kafamın- içindesiniz. Çünkü, bir insanı gerçekten seyretmek isteyen, onun oyununa gerçekten katılan biri, o insanın ancak kafasında yaşayabilir.”
“Saçmalama,” dedi albay. “Beni ne hakla ortadan kaldırıyorsun?”
“Olmaz, albayım, siz gerçek olamazsınız. böyle bir emekli albay gerçek olamaz. Böyle bir gecekondu olamaz.”     
“Gecekondu değil,” dedi albay, zayıf bir sesle. “Sesinizde zayıfladı albayım. Gittikçe, Hikmet’in kafasının bir ürünü oluyorsunuz.” “Sen gerçekten aklını kaçırıyorsun galiba Hikmet. Oğlum, kendine gel.”     
“Şimdiye kadar nasıl da oldu da sizin, daha önce kafamda yaşadığım olaylar gibi bir hayalden ibaret olduğunuzu düşünemedim? Oysa her şey ne kadar açıktı. Size ihtiyacım olduğum için yarattım emekli albayı. Ne Sevgi, ne Dumrul, ne de Bilge bana dayanırlardı. Onları yeniden yaratamazdım; buna izin vermezlerdi. Dul kadın da, siz de karşı koymadınız. İnsana ancak hayallerinde karşı konulmaz, ancak rüyalarda olur böyle şeyler. Siz bir rüya kahramanısınız albayım. Beni çok ezdiler, çok horladılar albayım; onun için bir dul kadına, yani Nurhayat Hanıma ihtiyacım vardı. Ha-ha. Nerede görülmüş böyle dul bir kadın? Hem de adı Nurhayat. Oğlu askerde piyes yazıyor. Albay da tarihe meraklı; benim gibi karısından ayrılmış. İşte böyle bir Hüsamettin Bey; yaşına, başına ve mevkiine geçmişine bakmadan beni anlıyor.    
“Hikmet, korkutuyorsun beni,” diye uyardı albay.

IV.Bölüm
Sf: 390
Beni istemedi, yeter artık dedi. Fakat onu ben kovdum. Çünkü askerlikten bilirsiniz ki, en iyi savunma saldırıdır.

Sf: 391     
Gaz tenekeleri var, içlerine toprak doldurulmuş. Kim doldurmuş? Ben doldurdum. Karışık bir takım tohumlar ve çiçekler satan adama dedim ki; Bana bir çiçek ver. Arsız çiçeklerden verdi. Bilirsin işte: Begonya mı derler? Kırmızıdır, mat yapraklıdır, kötü boyanmış mahalle kadınları gibi bir çiçektir. Elimden bu kadarı geldi.     
Öyle sözler ediyorum ki, ne ağlanır ne de gülünür bunlara değil mi? Bir zamanlar insanları güldürürdüm. Ne yapalım? Komedi aktörleri bile sonunda duygulu filmlerde oynamaya özenmiyorlar mı? Ben de kalabalık yerlerde ağlayan sarhoşlara döndüm.

Sf: 393     
Erkenden çıktım, bir randevu evi buldum. Nasıl bulduğumu Allahtan hatırlamıyorum. Belki otel katibine sormak alçaklığını filan göstermişimdir. Kadının göğüsleri küçüktü, çok da uğraştı benimle, hayır yüzü yaralı değildi, yüzüne bant yapıştırmıştı, hayır böyle bir resmini vermişti, yıllarca cüzdanımda taşıdım, yalan, aylarca, belki de günlerce, ne uzatıyorsun? cüzdanıma bir bakayım, olur mu canım? elbette yok işte, kadını ağlattım sonra, neden ağlattım? çünkü yatamadım, bir şey yapmam gerekiyordu ona, ben de ağlattım, o işi yapamadığıma göre, beni öptü ağlarken, evet, bir ıslaklık hatırlıyorum yüzümde, tuzlu bir ıslaklık, sonra o işi de yaptık, yattık yani, demek istiyorum ki tam değil, ben geldim yani sonunda, kadın benimle alay etmedi, bir tanesi etmişti çünkü, onun için sevmezdim böyle yerleri, kadını ağlatmıştım, çünkü sarhoştum, çünkü ne yaptığımı bilmiyordum, yalan, hayır doğru.

Sf: 397
Beni kimse anlamıyordu. Bu nedenle kıza daha kötü davranmaya karar verdim. Yolda giderken birden söyledim bu şehirden ayrılacağımı. Bu sözleri duyunca elbette ağladı. Bunu beklemiyordum. Birden yağmur başladı. Tenha bir yerlerde yürüyorduk. Onu daha önce hiç öpmemiştim. Yolda kimseler yoktu. Bir ağacın altında telaşla öptüm onu: Vaktim kalmamıştı. Ertesi gün gidiyordum. Odam boştu: Arkadaşıma, her ihtimale karşı evde bulunmamasını söylemiştim. Kızın dudakları ıslaktı; göz yaşından olmalıydı. Onu eve götürdüm. Yolda bir kere daha öpmüştüm, sonra beni itmişti. Eve girince hemen perdeleri kapattım. Çünkü kız, çok kalmayacaktı, bir yerde çalışıyordu, işine dönmesi gerekiyordu. Onu divana yatırdım. pencerenin önünde oynayan çocukların seslerini duyuyorduk. Kalktı, perdeyi açtı. Bana aksilik etmek istiyordu. Elini tuttum. Bu temasla ikimizde ürpermeliydik. Olmadı. Divanın sütüne oturduk. Benim gidişimi konuştuk. Beni suçladı. Ona yazacağıma söz verdim. Oysa adresini almamıştım; bunu biliyordu. Sesini çıkarmadı. Şimdi adını bulurdum, adresini almış olsaydım. Gene divana yattık. Kollarımla onu sardım, saatime baktım, ikiye geliyordu. Elimi bacaklarına uzattım. Aylarca birlikte dolaşmıştık. Bir iki günüm daha olsaydı. Fakat biliyordum ki bu yakınlığı, gidişimin yarattığı gerginliğe borçluydum. Yarım yamalak seviştik divanda. Sonra birden fırladı, eteklerini düzeltti, perdeleri açtı, geç kaldığını söyleyerek aceleyle çıktı gitti. Divanda uzandığım yerde kaldım. Onu bir daha görmedim. Sonra adını da unuttum. Onunla evlenseydim korkunç bir şey olurdu. Başkasıyla evlendim, gene korkunç oldu. Sevgi böyle davranmamıştı bana: Çocuğunu çıkardıktan kısa bir süre sonra kendi isteğiyle kucağıma oturmuştu.     
Göğsünde bir sıkışma hissetti. İçine bir hüzün çöktü. Mevsim insanı etkiliyor demek. Başı döndü, bir elektrik direğine tutundu. Yoldan geçenlerin görünüşü iyi. Demek dünyanın durumu iyi. Ben de iyiyim.

Sf: 399     
Telaşı eksik bir yaşantı olsun: Durgun bir havuzun ılık sularına girer gibi.

Sf: 400     
İlerisi için çok hesap yapmamalısın. Hesap yapmaya alışmamalısın. Bütün kötülükler alışkanlıklardan doğuyor. İnsan acele etmeden kendini seyrederse, alışkanlıkların kölesi olup olmadığını görebilir.

Sf: 401   
Yağmurun dinmesini bekledi. Yağmur dindikten sonra hesabı ödedi. Ağır adımlarla kahveden çıktı. Karşıya geçmeden bir süre kaldırımda yürüdü. Yolun boş olduğu bir sırada karşı kaldırıma geçti. Güneşsiz gökyüzü, havanın kokusu ve yolların gölgesizliği ona, başka bir zamanı, daha önce içinde yaşadığı başka bir şehri hatırlattı. Hatıralar, bana duygularımın var olduğunu belirtiyor; gelecek zaman da sadece endişe veriyor. Geçmişin dalgınlığına da kapılmamalı; geleceğin endişeleri artar sonra, kararlarda sarsıntılar olur.     
Vitrinlerin önünde bana ters bakanları görmezdim. Elbette öyle bakacaklar; vitrindaş olmaktan başka ortak bir yanımız yok ki. Ben vitrinleri, değiştirilirken seyretmeyi severim aslında.

Sf: 402
Kocaman bez pabuçlar giyen tezgahtarlar, suçüstü yakalanmış gibi olurlar. İşte asıl onlar ters ters bakar adama. Hayvan herif! derler bakışlarıyla,; bakacak başka zaman bulamadın mı? Bütün gün orada durdun, sonunda bu münasebetsiz saati seçtin. Sonra da seni görmüyormuş gibi yapar: En sakin görünüşüyle yanındakinden toplu iğne ister. Böyle çatışmaları severim. Seninle tanışmamışsa, aranızda vitrin gibi bir engel, aşılmaz bir duvar varsa, tek taraflı bir eğlencedir bu. Senin inatla orada duruşun, yoldan geçen yabancıları da etkiler. İşte sayın baylar! Dünyanın en garip vitrin canavarını görüyorsunuz. Çıngır çıngır! Ha-ha. Dağılın! Maymun mu oynatıyoruz burada? Vitrindeki bir şey söyleyemez. Biz de mankenin soyunmasını bekleriz.

Sf: 413     
Kant, elli iki yaşına kadar sabretmişti: Ben sabredemediğim için, onun yazdığı bir kelimeyi bile anlamıyordum.

Sf: 416     
Kendimle biraz gurur duydum; çok değil. Çünkü bizim ilerlememizi engelleyen otuz yedi durumdan on yedincisi, gereksi gurura kapılmaktı. Yirmiikincisi ise, on yedinci ilkenin aşırı uygulanması sonunda, kendini küçümsemek gibi başka bir yanlışlığa sürüklüyordu insanı.     
Düşündü. “Acele ettim gene,” dedi. “Hayır, dağılmamalıyım. İnsan bir şeyi ciddiye almalı. Bir kadın arkadaşım vardı, bir gün benim gibi piyano meselesinden heyecanlanıp tırnaklarını kesmişti hemen. Fakat piyanoyu bıraktı sonra; çünkü kendini ciddiye almıyordu.

Sf: 417     
Bu elbiseleri de hatırlamalıyım, yalnız önemli şeyleri hatırlamalıyım. İnsanın düşünce ve hafıza gücü sonsuz değildir; onu korumalıyım. Kendimi iyi hissediyorum. Gülümsedi.

Sf: 420     
Geçen gün annemin ve babamın mezarlarını ziyaret ettim. Taşın üstüne oturup onlarla bir süre konuştum. Onlara sitem edebilirdim. Neden albayım kadar olamadınız? Benimle uğraşmadan beni hayat gönderdiniz? diyebilirdim. Demedim. Neden bu kadar erken öldüklerini de yüzlerine vurmadım. Yalnız kendimle hesaplaşmak istiyordum. Onlar öldükten sonra neler yaptığımı anlattım: Senden ayrılmıştım, gecekonduya yerleşmiştim, çalışmıyordum, para gittikçe azalıyordu, kötü rüyalar görüyordum. Sonu belirsiz bir takım işlere girişmiştim, belki de ölüme yaklaşmıştım, evet onların ölümleri bana da bulaşmıştı, yakınımdan geçmişti. Bana inanılmaz gelen bu ölümlerden sonra başka ne yapabilirdim? Annemi benim ölümden korktuğumu bilirdi; bunu bildiği halde gene de ölmüştü. Tabii ben, bu ölümlerin hesabını sormadım onlardan. Benim onlara karşı çıkamayacağımı, çünkü bunu beceremeyeceğimi düşünüyorlardı.

Sf: 421     
Nazmi evlenmişti. şehrin uzak bir yerinde, karanlık bir mahallede oturuyordu. ‘Yakında elektrik verecekler buraya,’ diye ümitliydi. Oturduğu daireyi satın almıştı. İki çocuğu olmuştu. Küçük çocuğunu kucağına alarak, bana uzattı. Çocuk, ‘Be-ba’ gibi anlamsız sesler çıkardı elini bana uzatarak. Bir zamanlar kimseyi beğenmeyen Nazmi, bu seslere hayrandı. Anlattığına göre, Behçet’in oğlu daha iki sesi bir araya getiremiyordu. Bu çocuk muhakkak büyük adam olacaktı. Radyo çalarken de başını o tarafa doğru uzatıyordu. Demek müziği de kabiliyeti vardı. Sonra, saman gibi sarı bir kadın mutfaktan çıktı, sıcak sudan kızarmış elini bana uzattı ‘Oğlumu nasıl buldunuz?’ diye sordu. Ben çocukları sevmiyordum; onları çok aptal buluyordum. Allahtan ben çocuk olmamıştım. Bir yıl sonra Nazmi’nin oğlu üç heceyi bir arada çıkaracaktı; bu, ömür törpüleyici bir işti. İnsan da çocuklarla birlikte aptallaşıyordu zaman geçtikçe. İşte Nazmi de başını çocuğun karnına dayıyor ve “Ulu-dulu” gibi sesler çıkarıyordu; çocuk gibi anlamsızlaşıyordu. Başını kaldırarak, ‘Karım bize güzel yemekler yapar şimdi,’ dedi. Başka bir anlamsız yaratık olan karısı da çok kötü yemekler yaptı. Yağsız ve çorba gibi sulu olan bu tatsız tuzsuz şeyleri yemek boyunca övdü durdu Nazmi. Ev yemeğinin iyiliklerini sayıp döktü. Oysa, lokantalarda daha iyi yemek yapıyorlardı. Sonunda ben de onlar gibi aptallaştım, lüks lambasının ışığında yediğimiz yemeklerin iyi olduğundan, insanın kendi evinde oturmasının yararlarından söz ettim. Nazmi de bana, ‘Alay mı ediyorsun?” demedi. Ben de ona, ‘Nedir senin bu durumun?’ demedim. Birbirimize bir şey demedik. Ben ona, kendimi soracaktım; yemekler, be-ba’lar, sarışın kadınlar arasında ne diyeceğimi unuttum.

Sf: 422     
Sonra ayrıldım Nazmi’den. Benimle otobüs durağına kadar yürüdü, elindeki fenerle bana yol gösterdi. Tam zamanında çıkmıştık evden: Son otobüs, ışıklarını yakmış, beni bekliyordu. Nazmi her şeyi ayarlamıştı; oğlu gibi o da akıllıydı. Ben otobüse binerken sarıldı bana, öpüştük. (Bu adama bir zamanlar kızardım.) Otobüs köşeyi dönünceye kadar bana el fenerini salladı. (Belki biraz daha salladı sonra.) Otobüse binerken, ‘Yalnız oturuyorum, istersen bir gün bana uğra bana,” dedim Nazmi’ye. Biletçi’nin surat asmasına rağmen, adresi yazdırıncaya kadar otobüsü beklettim.

Sf: 423     
“Bir günde Dumrul’a gittim. Karışık bir sokakta, çok yüksek bir apartmanın çatı katında oturuyordu. Burası daha önce çamaşırhaneymiş. Kapıcı da Dumrul’un en üst katta oturduğunu söyledikten sonra ben merdivenleri çıkarken ters ters bakmıştı kapıcı bana. Kapıcılar, sevmedikleri kiracıların ziyaretçilerine böle bakarlar. (Dünyada çok sevgisizlik vardı.) Dumrul beni karşısında görünce çok şaşırdı. Çoktandır kimse beni böyle görünce şaşırmamıştı. Çıplak bir masanın üzerine gazete kağıdı sermiş, sucukla şarap içiyordu. Önce konuşamadı, dili dolaştı. Birkaç şişe devirdiği anlaşıyordu. Odada perde yoktu. (Çok yüksekte oturduğu için onu kimse görmüyormuş.) Ayakta sallanıyordu. İki sokak köpeği gibi bakıştık. Birbirimizi kokladık. ‘Allah allah şuna bak’ dedi. Başka bir söz edemedi. Bana dokundu, her tarafımı yokladı. Beni eksenim etrafımda çevirdi, her doğrultudan baktı bana. ‘Otur birader,’ dedi. Bir çay fincanı da bana getirdi, fincana şarap doldurdu. ‘Ben çok içemiyorum artık artık, Dumrul,’ dedim. ‘Allah allah olur mu?’ diye güldü. ‘İçince kötü rüyalar görüyorum Dumrul’ dedim ona. Beni dinlemedi, ‘Haydi bakalım içelim,’ dedi. Neden geldin? Nereden çıktın? diye sormadı. Beni görünce, kimsenin şaşırmadığı kadar şaşırdığı halde, böyle sorular sormadı. Odanın çıplaklığı için özür diledi, ‘İnsana lazım olan bir yatak,’ dedi ‘Bir de kitaplar’. Ukalalık için böyle söylemedi. Bundan eşya bundan ibaretti. ‘Bir de daktilo tabii,’ Fakat çabuk yazamıyorum daha.’
Hemen hepsiyle birtakım küçük olaylar yaşamışım, bana bir zamanlar dokunan küçük olaylar.

Sf: 424     
Bunun dışında onlara kendimden bir şey vermemişim; bu yüzden, onlardan da pek bir şey alamadım. Çoğunu güldürmüşüm bir zamanlar; bu yüzden, beni gülerek karşıladılar. Oysa ben insanları ağlatmak istiyordum. Hiç olmazsa ben ağlayabilseydim. Babamla annemin sağ olduğu sırada bize çamaşıra gelen bir Fatma Hanım vardı, radyoda okunan mevlude ağlardı. Sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. Ben onları paylardım. ‘Sen anlamazsın.’ derlerdi. Gerçekten anlamıyordum. Nasıl ağlıyorlardı, hiçbir şey anlamadıkları halde? Şimdi ben de, söylediklerimi anlamasalar bile bana ağlamalarını istiyorum. Belki de sözlerimin tam anlaşılamamasını, gene de benim için ağlanmasını istiyorum. İnsanları ağlatmanın bu kadar güç olduğunu bilmezdim. Aslında, kendimi de ağlatamıyordum. Kendimi heyecanlandırma yeteneğinden yoksun kalmıştım. Bir bakıma iyiydi bu.

Sf: 432     
Gerçekten de Hikmet, kendini lüks hissediyordu; özel olarak verdiği bir yemeğe, dışarıdan garson çağırmış bir yeni zengin gibi gurur duyuyordu Kirkor’la. Kumar oynayanların konuşmaları, mutfaktan gelen sesler ve tavla gürültüsünün ortasında biraz başı dönüyordu. İnsandan sarhoş oldum, diye düşündü. Çoktandır bu kadar insan içmemiştim. İnsanın hayal bile edemeyeceği büyük bir oyunun sarhoşluğu içindeyim. Sonra, bu ‘oyun’ sözünü unuttu; seslerin akışına kaptırdı kendini.

Sf: 437     
Masanın, büyük oda tarafındaki ucunda oturanlar karanlıkta kaldıkları için ışık yakıldı. Hikmet, “Böyle seçkin bir kalabalığı insan, hayatında bir kere bile toplayabilirse, ömrünün geri kalan kısmını bu toplantının hatırasıyla idare edebilir,” dedi. Bardağı havada, öylece duruyordu. “Evet idare et!” diye bağırdı Behçet. Sarhoş olmuştu.

Sf: 440
Kapıdan girerlerken bir meyhane kokusu çarptı burunlarına. Nazmi derin bir nefes aldı: “Bu kokuya çoktandır hasret kalmıştım.”

Sf: 453
“Hep temiz kaldım,” dedi Hikmet, ellerini uzatarak. “Yalan söylüyorsun.” “Hizmetçi kadını saymazsak pek bir şey olmadı,” diye güldü Hikmet. “Saçmalama.” “Evet saçmaladım. Yalnızlığın çaresizliği içindeydim çünkü. Seçmesini bilemedim ve hizmetçinin siyah çoraplarına kapıldım. ortalığı süpürmek için eğilince birden siyahlık bitti ve beyaz ten başladı. Sonra ortalık tekrar karardı.” “Sersem,” dedi Bilge. “Ona hemen sarıldım. Güçlük çıkarmadı.” “İsa haklı,” dedi Bilge. “Fakat aklımı temiz tuttum canım Bilge.Onu hiç kirletmedim. Sonra… Bir arkadaşın yazıhanesindeki sekreter vardı. Ne olduğunu biliyorsun tabii.” “Tabii,” dedi Bilge hırsla. Hikmet bir kahkaha attı: “Gerçekten kıskanıyor.” Sesini alçalttı: “Bu sekreterler de başıma çok iş çıkardı söz aramızda. Kimsenin yazıhanesine gidemez oldum. Zaten hademeler beni görünce hemen sekreterleri ortadan kaldırıyorlardı: Yaramaz bir çocuk gibiydim çünkü, bütün bibloları kırıyordum.” “Yaparsın,” dedi Bilge, “Senden her şey beklenir.” “Bütün fırsatlardan yararlanıyordum,” diye devam etti Hikmet; gözlerini boşluğa dikmişti. “Köşe başlarını tutmuştum. Erkekler sigara almak için tütüncülere girince hemen kadınların bacaklarına bakıyordum ve duruma göre heme harekete geçiyordum.” Bilge güldü: “Bu harekete geçmek’ de nedir acaba?” Hikmet dinlemiyordu: “Köşebaşında bekliyordum; kolumun altında yazdığım oyunlar, kafamda arzular vardı. Erkekler de suçluydu: Tütüncüden sigara alanlar da yoldan geçen başka kadınların bacaklarına bakıyorlardı. Durum karışıyordu. Ben de bu karışıklıktan yararlanarak kadınlara son yazdığım oyunları gösteriyordum.” “Hayır bunu yapamazsın,” dedi Bilge. “Neden yapamazmışım? Üstelik çok ilgi görüyordum: Beni büyük oyun yazarlarına benzetenlere rastladım böylece.” “Kadınlar aptaldır,” dedi Bilge hırsla. “Hayır, onları çok akıllı buluyordum ben. Kim beni büyük adamlara benzetirse o akıllıydı. Sen isteseydin sen akıllı olabilirdin. Hem akıllı hem de heyecanlıydılar güzel bacaklı kadınlar: Boğuk bir sesle okuduğum oyunlarla kendilerinden geçiyorlardı.” Bilge ayağını yere vurdu: “Oyunlarından herhangi bir kadına bahsetmeye hakkın yok!” “Ettim bile. Hele bir tanesi vardı, çok anlayışlıydı üstelik. Ah Hikmet Bey! diyordu. Nasıl yazabiliyorsunuz böyle? Ben bir türlü cesaret edemiyorum. Ben de onun elini tuttum ve ona biraz cesaret verdim.” “Terbiyesiz,” dedi Bilge.

Sf: 455
“Siz batılılar anlayamazsınız bunu,” dedi Hikmet. “Ben neden Batılı oluyormuşum?” diye direndi Bilge. “Nedeni yok. Ben öyle karar verdim. Ben ustayım. Sen de çırak oldun.” “Neden?” diye karşı çıktı Bilge. “Oyun onu gerektiriyor. Sana verilen rol böyle.” “Göreceksin, bir gün bırakacağım seni,” dedi Bilge. “Hayır, yapamazsın: ‘terkeden kadın’ rolü verilmedi sana bu oyunda.”

Sf: 460
Artık dayanamıyorum. Bir şey söyleyin, öyle susmayın albayım. Bilge’ye geri dönmesini söyleyin. Bilge gitti albayım. Biliyorum, bir daha dönmez. Her şey benim yüzümden albayım. Alçaklar gibi davrandım. Bilge, gitme, diyebilirdim. İşte benim de ne olduğum meydana çıktı.

Sf: 461
Hiç olmazsa kimseye belli etmeden bekleyebilsem burada. Kendimi gizleyebilsem. Yakamı kaldırayım da beni tanımasınlar. Acaba ölürsem çok üzülür mü albayım? O zaman koşup bana gelir mi dersiniz? Siz çok ağlarsınız biliyorum, albayım. Fakat sizi hiç ağlarken görmedim, biliyor musunuz? Ben öldükten sonra sizi ağlarken görmeyi doğrusu çok isterdim. Sadece bir kere, Mütercim Arif’i okurken  gözlerinizin dolduğunu görmüştüm. Biraz ölseydim, biraz da sizin bana ağlamanızı  seyretseydim. Tabii Bilge pişman olacak, ama iş işten geçecek. Beni çok arayacak. Size çok önemli bir şey söyleyeyim mi albayım: Bu Bilge akıllı değil albayım. Burası çok önemli. Ben ondan akıllıyım, birçok insandan akıllıyım. Mesela Bilge, benim gibi sözler bulup söyleyemez duruma göre. Beni sevseydi, onun çok yararına olurdu. Onu adam edebilirdim albayım. Tabii akıllı olduğum için bana dayanamadı. Belki de akıllı insanlar yalnız kalırsa daha iyi olur. Kim bilir? Bilge de bunu çok söylerdi. Yalnız kalırsam daha iyi olurmuş. Üşüyorum albayım, aceleden ceketimi giymeyi unutmuşum.Bakın ben de bu konularda akıllı değilimdir işte: Sokağa nasıl çıkılacağını bilmem mesela. Bende hayat bilgisi zayıf albayım. Bilge bunları bilir, bu bakımdan akıllıdır; birlikte olabilseydik, insanlık çok yararlanacaktı bundan. Yazık oldu. Şimdi yanımda olsaydı böyle üşümezdim albayım; beni bir arabaya bindirdi hemen. Ben bunlara çabuk karar veremem albayım: Kararsızlığımla yanımdakilerin canını sıkarım. Hava da çok soğudu albayım, eve dönmek istiyorum. Biliyor musunuz, Bilge beni evde bekliyormuş gibi geliyor bana. Yoksa eve dönmek istemiyorum. Beni bekleyen yalnızlığı ve karanlığı istemiyorum. Bilge’den akıllı olduğum halde neden bu duruma düştüm acaba? Neden herkes benden kaçıyor albayım? Yaşamasını bilmiyorum da ondan mı?

Sf: 475
Hava kararıyordu. Köşeden bir genç kızla bir genç adam göründü kolkola. Delikanlı bir şeyler anlatıyordu, genç kız da başını sallıyordu. “Bana kalırsa film biraz karışıktı,” dedi genç adam. “Bazı yerini anlamadım.” “Canım,” dedi kız. “Sonunda çocuk ölüyor işte.” “Aptal,” dedi delikanlı, “O kadarını biz de anladık.”

Doktrin: “Yaşam kısadır ve gerçek; uzak başarılara çalışır ve uzun ömürlüdür: Bırakın gerçeği konuşalım.” – Arthur Schopenhauer