O zamanlar böyle bir şey yaşamak ya da duyduklarını hem kendin sindirmek, hem de birilerine anlatmak, çok uzak bir hayaldi… Ama şimdi size anlatıyorum:
19 yaşında, 1.60 boylarında, kıvırcık saçlı, ince belli zayıf bir kızdım. O, 26 yaşında, uzun boylu, zayıf, hafif atletik yapıdaydı.

Ben şimdiye dek hiçbir yerde çalışmamıştım. Yapabildiğim en iyi şey okuldan eve, evden okula koşmaktı. Belki bu yüzden çalışanlara ve özellikle yaşı büyük olanlara karşı hem merakım hem de gizli bir hayranlığım vardı. Onunla arkadaş olmamız heyecan vericiydi. Benden yaşça büyüktü ve etkilenmem için salt bu bile yeterliydi. Ama dahası da vardı: Çok çekici, sempatik ve akıllıydı. Oldukça güçlü bir duruşa sahip, sağlam bir karakterdi…

Küçükken bilirsiniz, büyüklerimizin bizi yanlarında gezdirmesi havalıdır. Hep onların yanında dolaşmak isteriz. Onlar futbolcu olsalar, top toplayıcıları olmaya razıyızdır. Kendi akranlarımıza davrandığımız gibi onlara davranamayız. Kaprislerimiz onlara sökmez. Saygıda kusur edemeyiz. Hemen sözleşmemiz iptal edilir.

Bizi güldüren kişileri severiz. Aynı hareket ve davranışlara sahip olduğumuz insanlara, ortak yönlerimiz çok olduğu için çabuk güveniriz. Bize şefkat gösteren kişilere ise daha çok bağlanırız. Akıllı kişi bizi izler ve neyimiz eksikse onu vererek bizi tamamlar. “Nedendir bilinmez kısa sürede sana kanım kaynadı, sanki yıldızım barıştı.” dediğimiz kişilerde başımıza gelen de budur…

Kısa sürede iyi  arkadaş olmuştuk. Giderek yakınlaşıyorduk ve  dostluğumuz her geçen gün derinlik kazanıyordu. Okul dışında yakın arkadaşım yoktu. Kendi yaşıtlarımı aptal buluyor, onları özel hayatıma dahil etmiyordum. Seçiciydim. Yanlış seçimlerim boşa zaman kaybıydı. Arkadaş diye seçtiklerimin hayatıma bir katkısı olmalıydı. O ise hayalimdeki profile neredeyse eksiksiz uyuyordu.Beni arkadaşlığına kabul etmişti. Bu durum benim için çok havalıydı. Çalıştığı kuaför salonuna, haftada iki üç defa, onu görmeye gidiyordum. Oradakilerin de onun hürmetiyle bana gösterdikleri ilgi beni onore ediyor, şımartıyordu.

Bir gün gene onun yanındayken “Gel arka tarafa geçelim.” dedi. Oradaki kızların bazı özel müşterilere uygulanan hizmetler için kullandıkları kuytu bir oda vardı. İçeri geçtik.

Bir hüzme gibi dilim dilim ışık alan odanın karanlık ve rutubet kokan bir havası vardı. On dakikaya yakın mesleğin zorluğu, havaların sıcak olması ve müşterilerin kaprislerinden söz ettikten sonra “Senle tatile çıkalım!” dedi. Bunu söylemek için lafı neden bu kadar uzattığını anlayamamıştım. Bazen olur. Kişi aklından senin aleyhine bir şeyler geçirir. Bunu sana söylerken kasılır da kasılır. Oysa sen art niyetini anlayamadığın için hoş karşılar ve sıkıntılı tavrına anlam veremezsin.

Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir hafta sonra onu üstü açık bir arabayla beklerken dedesinden kalma 1973 model altı açık tırık rengi bir arabayla beni çarşıdan aldı.

Üzerimde kırık siyah askılı tişört, altımdaysa fırfırlı kot eteğim vardı. Bacaklarıma elini atıp konuşmaya başladı. “İyi ki böyle bir tatile çıktık. İkimizin de ihtiyacı vardı. Süper oldu şahane oldu.” Ben ona bakıp gülümsedim.

Yolculuğumuz çabucak geçti ve bir tatil köyünü andıran otele vardığımızda güneş batmak üzereydi. Gündüz biraz plajda takıldıktan sonra akşam açık büfe olan beleş şarapları gene plajda oturarak içmeye başladık. “Oh be beleş dinamit olsun g*tümde patlasın!” dedi. Çok seviyordu bedavayı. Araba kiralamak yerine hurda, yanından geçince rüzgardan plakası sökülen o araba ile beni almaya gelmesinden belliydi. O kadar pinti ve ölücüydü ki; yerde tentürdiyot şişesi bulsa taşa vurup kırıp g*tünü keser ve ardından ziyan olmasın diye tentürdiyot sıvısını tenine sürerdi…

Bir saat sonra ikinci şişede çakır keyif olmuştuk. “Odaya geçelim mi?” dedi. “Tamam.” dedim. Yürümekte zorlanıyorduk. Elimi tuttu. Ben de onun elini iki elimle sıkıca tuttum. Göğüslerim yürürken omuzlarına değiyordu. Çıplak parmak aralarımıza yarı ıslak yarı kuru, ince deniz kumları girip çıkıyordu. Ayaklarım kaşındı ve durdum. Yere eğildiğimde tam karşıma geçti ve burnum bacak arasındaydı. Kötü niyet aramadan “Denk geldi herhalde.” diye içimden geçirdim. Bu kadar umursamazlığım bana şu sözü hatırlattı: Arsızın g*tüne kazık çakmışlar ‘ne bu tıkırtı?’ demiş.

Yalpalayarak, zaman zaman olduğumuz yerde dönerek odaya vardık. Hemen uyumak istiyordum. Yatağıma zıpladı ve karşıma oturdu. Göz göze geldik. Yavaş yavaş bana yaklaştı ve kokladı. İçtiğimiz şaraptan ikimizin de ağzı alkol kokuyordu; ama onunki benden fazlaydı. Eliyle eteğimi kaldırarak bacaklarımı tırnaklarıyla hafifçe çizmeye başladı.
Alkol beni o kadar uyuşturmuştu ki yaptığı hiçbir şeye engel olmak istemiyordum. Bazen her şeyi oluruna bırakırsınız. Belki de öyle iyi zamanlarımdı. Belki de en kötü zamanlarımdandı…

Dudaklarıyla dudaklarımdan iki küçük öpücük aldı. Dudak kenarlarım kaşınmıştı. Islandığımı duyumsadım. Göğüs uçlarım sivrilerek belirginleşti. Göz bebeklerim buğulanarak küçüldü. Saçlarımı tutarak kendine çekti ve dudaklarımı ısırmaya başladı. Dilini boğazımın içine kadar sokuyordu. Üstüme yatarken elleriyle eteğimi yukarı sıyırarak kalçalarımı sıktı. Göğüsleri göğüslerimi bastırıyordu. Delirmiş gibiydi. Nefes alış verişleri hızlı ve sesliydi. Hırlar gibi…

Bir yandan avuç içlerimle kulaklarını ve yanaklarını kavrayarak başını ellerimin arasına alıyor, bir yandan omuzlarına inerek masaj yapıyordum. Göğsünden yayılan meyveli yapışkan koku burnumu uyuşturuyordu. Isım yükselmişti. Benim de nefeslerim kısa ve kesik olmaya başlamıştı ki; tam o sırada kapı çaldı!…Hayvani sevişmeden başımızı kaldırıp göz göze geldiğimizde; o ana dek ikimiz de bir başkasıyla sevişiyor gibiydik. “Kapıyı aç.” dedi. Otelin yüzlerce yıkanmamış eline misafirlik eden tokmağını yavaşça çevirirken heyecan ve korkudan mideme kramp girmişti…

Kapıyı açtığımda “Oda Servisiiii!” diye çınlayan bir garson tekerlekli masada üstü krom kaplı bir kubbe tutuyordu. Trafikte takılıp kalmış sinirli taksici kornası gibi… “Ananın hamuuuu!” dedim içimden…

Arabayı yürüterek içeri sürdük ve kapıyı kapadık. Garsona para verip vermediğini hatırlamıyorum. Çilekli-vanilyalı bir pastaydı. “4. Yılımız kutlu olsun!” diye haykırdı. İçimden ılık bir şeylerin aktığını duyumsadım. Burun ve dudak kenarlarımdaki kaslar seğirdi. Gözlerim dolmuştu. Sevinçle balkona koştum ve arkamdan geldi. İkimiz de o an sevişmeyi unutmuştuk. Demin hayvanlar gibi sevişen iki kişi, şimdi melankoliye tutulmuş bir çift kumru gibiydik.

Tüm yaptığı hesapların tesadüf olmadığını, tatilimizin tam da bu güne denk gelmesi, beni böylesine ince düşüncelerle sevmiş olması şaşırtmıştı. Bu ilgi tüm vücudumu yavaş yavaş kaplayan hazla dolduruyordu.

Balkonda yaz gecesi serinliğini derin derin içime çekiyordum. Bu düşüncelerle alkolün etkisinden kısmen sıyrıldım. Açılmıştım.

Odadaki battaniyeyi yere serip oturduk. O içeriden kadehleri yanımıza getirdi. Balkonda şarap yudumlarken yan balkondan adeta otel odalarında yaşlanan, yaşayan yaşlı adamların sesleri geliyordu. Oldukça tatlı tütünlü ve vanilyalı bir puro kokusu. İşte bu koku!.. Ne dedikleri hayal meyal anlaşılıyordu. Böylesine iştahlı ne anlatılabilirdi? Cemal Süreya’nın dediği gibi: “Saat 12’den sonra bütün içkiler şaraptır.” Onlar da şarap mı içiyordu acaba? Yan balkondaki hiç görmediğim, yalnız sesini duyduğum evli ve olgun adamın sesi o an çok çekici geldi bana; dünyadaki her şeyden çok. Babamdan göremediğim ilgi ve şefkati hep dışarıda arayan da “elektra kompleksi”mi doyuracak erkeği bulamayan da gene bendim. Ne işim vardı ki burada?Kafamı aşağı çevirdiğimde bir otel görevlisi bahçedeki begonvilleri suluyordu. Kül rengi bir kedi otelin çöp tenekesinden açık büfeye gözü doymayan insanların artıklarıyla ziyafet çekiyordu. Kumsalda oturan yalnız çocuğa ilişti gözüm: Elinde bira şişesi karanlık denize bakıyor, sağ ayağıyla ıslak kumda daireler çiziyordu. Bir şeye sıkılıyor gibiydi. Belki yalnızlığına… “Yalnızlık bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.” (Cemal Süreya)

Kafamı kaldırdığımda gökyüzünde görmediğim kadar çok yıldız gördüm. Deniz kıyısında olan yerleşim yerlerinin genel özelliğidir bu zaten. Denize kıyısı olmayan şehre liman inşa etme çabası biraz da ümitsiz, yaşanmaz diye. Bu şehre liman olmak zor, denize kıyısı yok çünkü…

Gözlerim doldu; öyle duygusallaştım yine. Şarabı bir dikişte mideye indirdim. Ve ona sarıldım. Onu hiç bırakmayacakmışım gibi…

Ne kadar süre öyle kaldığımı hatırlamıyorum. Kısa süreli bir sızma yaşadım. Beni kucağına alarak içeri taşıdı. Kucağındayken dudaklarına yapıştım. Perde ile balkon penceresi arasına sırtımı dayadı. Vücuduma tüm ağırlığıyla bastırmaya başladı. Düşünceler beynimden hızla geçiyordu. Saçlarıma parmaklarını doladı ve kendine çekti. Kafa derime iğneler battı. Çekerek bıraktığında parmak aralarında kıvır kıvır saçlarım kalmıştı. Üfleyerek onların yere inişini seyretti. Belimden kavradı, çamaşırımı yana sıyırdı ve içeri girdi… Sonrası.!?Uyandım gecenin dördü. Susuzluktan boğazım, ağrıdan da başım çatlıyor. Dolaptaki suyu bir dikişte bitirdim ve başımı odaya çevirdim. Ben bu duygu durumuyla mücadele ederken oysa bebekler gibi uyuyordu.

Bir yandan eşyalarımı toplarken bir yandan düşünüyordum: En güvendiğim, en az ablam kadar değer verdiğim kız arkadaşımın bana yaptıklarını… Rüya mıydı? Onunla bu tür bir ilişki asla yaşayamazdım; yaşamamalıydım. Sarhoşken hoşuma gitse de bu doğru değildi. Hala yatakta kıpırdamadan masumca uyuyordu. Ona son kez üzülerek baktım. Gözümden bir damla yaş parlak zemine damladı. Fikrimi değiştirmemek için hızla çantamı aldım ve otel girişine indim.

Resepsiyondaki çocuğa “Bana bir taksi çağırır mısınız?” dedim. “Tabii ki hanımefendi.” Telefonu çevirdi. On dakika sonra kapıdaki taksiye bindim. Taksici arka koltuğa döndü ve “Nereye gidiyoruz küçük hanım?” “Sür… Sür ve şehirden çık…”
Doktrin: 
“Tabaklarda kalan son kırıntılar gibiydi sana olan sevgim. Sen beni hep bıraktın; bense hep arkandan ağladım.” – Can Yücel