Sf: 11
– Kimin aklına gelirdi böyle kimsiz, kimsesiz öleceği…
Ukubala, “sahipsiz bir sokak köpeği gibi ölüp gitti…” demek istemiş, ama dilini tutup bunu söylememişti.
Sf: 15
Bugünün gençleri arasında bu bozkırda çalışmak isteyen pek çıkmazdı.
Sarı-Özek’te yaşamayı göze almak için yürek isterdi. Bozkır uçsuz bucaksız, insan ise küçücüktür. İnsan çok güçlü ve hünerli olmalıydı burada. Yoksa çürüyüp giderdi kısa zamanda. Sizin iyi ya da kötü durumda olmanız, bozkırın umurunda değildi. Ama insanın çeşitli tutkuları, arzuları olurdu. Başka yerlerde, başka insanların arasında daha iyi bir hayat sürebileceğini, buraya onu kör talihin sürüklediğini düşünürdü… Uçsuz-bucaksız ve umursamaz bozkırın karşısında insan, Şahmerdan’ın üç tekerlekli motosikletindeki akü gibi, durduğu yerde boşalır giderdi. Şahmerdan motosikletine ne kendi biner, ne de başkasını bindirirdi. Bir işe yarayacağı zaman da çalışmazdı. Çünkü çalışmayan motor paslanıp kalmış olurdu.
Sf: 17
Cephede her insan bir süngü hücumu için, ya da bir tankın altına bomba yerleştirmek için ölümü göze alırdı.
Gerçi burada sizi öldürmek isteyen kimseler yoktu ama insan bu işin üstesinden gelmek için kendi kendini öldürüyordu sanki.
Sf: 31
Zavallı çocuk! İşte şimdi o baba da yoktu! En işe yaramaz ama hayatta olan bir baba, en ünlü ama ölmüş bir babadan bin kere daha iyidir.
Sf: 81
Bazı insanlar vardır, daha ilk karşılaşmada ona ısınır, güven ve sempati duyarsınız.
Sf: 88
Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur.
Sf: 125
“.. Demek ki insanın beyni bir dakika düşünmeden duramıyor, o garip başı öyle yaratılmış ki istese de istemese de düşünceler art arda geliyor, bir düşünceden öbürü doğuyor, herhalde ölünceye kadar böyle devam ediyor bu…” Yola çıktıkları andan beri, denizin dalgaları gibi birbirini kovalayarak başını dolduran anılar ve düşünceler karşısında işte böyle bir keşif yapmış oldu.
Sf: 126
Her uzun yolculukta olduğu gibi, Karanar bu defa da terlemeye, keskin bir misk kokusu yaymaya başlamıştı. Devenin boynundan ve ensesinden gelen bu koku Yedigey’in burnuna doluyordu. Bundan keyiflenen Yedigey gülümsedi.
Sf: 131 
İki tarafa da mutluluk getiren evlilikler azdır; ama vardır. 
Sf: 141
Zarife, fırtınadan, kanatlarıyla yuvasını korumaya çalışan bir ana kuş idi. Onun yerinde başka kadın olsa, bir süre ağlayıp sızladıktan sonra, akrabalarının baskısına boyun eğer, onların yanına giderdi.
Sf: 147
Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar’ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikayesi vardı: Sarı-Özek’i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek Juan-Juanlar’ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirlere yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deveyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna “Deri geçirme işkencesi” derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bir devenin boynundan beş-altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış. Bu tutsaklar birer mankurt olmadan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış.
Sf: 148
Juan-Juanlar’ın bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan, bir mankenden farksız olurmuş onlar için.
Bununla birlikte, bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe kadın, oğlunun başına gelenlere dayanamamış, onu kurtarmak istemiş. Efsane böyle anlatır. Ana-Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. “Ana-Beyit” ‘ana barınağı, ana huzuru’ demektir.
Sarı-Özek’in kızgın güneşine ‘mankurt’ olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Asyalılar’ın saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsa ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar işkencenin beşinci günü, ‘sağ kalan var mı*’ diye gelip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek içecek verirlermiş. Köle zamanla kendine gelir, yiyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurt imiş artık ve böyle bir köle, pazarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar arasında bir gelenek varmış ki buna göre, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.
Sf: 149
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık.. En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Sarı-Özek’in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir mankurt dayanabileceği için, buralarda deve sürüleri gütme işi onlara verilirmiş. Böyle yitik yerlerde, bir mankurt birkaç kişiye bedelmiş. Yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı düşünmeden kalabilirmiş bozkırda. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski-püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş…

Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegane kazancı olan bilincini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır. İşte, göçebe Juan-Juanlar, o kısa tarihlerinde, insanın bu gizli özüne kastetmek gibi en büyük vahşet örneğini çıkardılar. Tutsakların yaşayan anılarını elinden almak usulünü bulmakla, insanlığa karşı en korkunç cinayeti işlemiş oldular. İşte Nayman Ana oğlunun mankurt olduğunu öğrenince, dayanılmaz bir acı ve umutsuzluk içinde, aşağıdaki ağıtı bunun için yakmıştı:

Sf: 151
Çok ayıp, çok acı bir şey olsa da, insanlar bazen sakatlarla alay etmekten hoşlanırlar.
Sf: 160
Büyük bir umuda kapıldı. Akmaya’yı hızlandırdı. Oğlunu belki orada bir köle pazarında bulabilirdi. Onu alır, Akmaya’ya bindirir, köyün yolunu tutarlardı. Akmaya öyle koşardı ki kimse yetişemezdi arkalarından.. Ne yazık ki, bir seraptı bu! Çöl yolculuğu ağır ve yorucudur ve bu yüzden sık sık böyle aldatıcı hayaller görür insan.
Sf: 164
Bir insanın elinden malı-mülkü, bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir, diye söylendi, ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi?
Sf: 189
Bir insan, dünya güçlerinin vuruşmasından, ölümle kalım arasındaki birçok halkalardan geçmişse, bu kargaşada yüz defa ölebilecek iken hala hayatta kalmışsa, çok görmüş, çok öğrenmiş olur.
Sf: 190
– Kazangap’ın hakkı var. Sana hep söylerim, Zarife’ye de söyledim. Tren yolunda öyle dalgın yürüyorsun ki, sanki lokomotif raydan çıkıp sana yol verecek! Güvenlik kuralları diye bir şey var, bunu bilirsin. Senin gibi okumuş bir adama kaç kere söyleyeceğiz bunu! Sen bir demiryolu işçisisin ama demiryolunda olduğunu unutup pazar yerinde dolaşıyormuş gibi yürüyorsun.
Sf: 206
– Ben mi salıverdim Kazake. Kaçıp gitmiş! Nasıl zapt edeyim onu? Zincire vuruyorum koparıyor! Atalar boş yere dememişler “Küç atasın tanımaydı”* diye.
* Güç atasını tanımaz (Güce, kuvvete kavuşan babasını bile tanımaz).(Yazar)
Sf: 223
“Anılar” sadece anı idi. Bir insan “düşmanca anılar” yazmakla suçlanabilir miydi? Bir insanın anılan ‘dost’ ya da ‘düşman’ olabilir miydi? Anılar geçmişte yaşanmış olaylardı ve bugünü anlatmıyordu. Anılar, geçmişteki olayların olduğu gibi yazılmasıydı.
Sf: 224
Sen diyorsun ki düşmanca anılar yazmış. Bunu anlamıyorum. Anıların düşmanı dostu olur mu? Benim bildiğim, geçmişte olan, şimdi olmayan şeylerin olduğu gibi hatırlanmasıdır anılar. Sen demek istiyorsun ki, insan geçmişindeki iyi olayları hatırlasın, kötü olayları hatırlamasın. Nasıl olur bu? İnsan bir düş görürse bunu hatırlar. Peki bu korkulu bir düşse, başkalarının hoşuna gitmeyecekse, onu hatırlamasın mı?
Sf: 231
– Peki, peki, sakin ol! Görüyorum ki adam hepinizin beynini yıkamış. Düşman her kılıkta görünmesini bilir zaten. Ama biz maskesini indirdik işte.
Sf: 260
Hayat bu işte! Eğer dünyaya gelmezsen hiçbir şey görmezsin, ama gelirsen dertten kurtulamazsın.
Sf: 276
Bu ruh halinde sık sık, kendisini yine eskisi gibi denizdeymiş gibi hissederdi. İnsan denizde iken, karadakine hiç benzemeyen duygular içinde olur. Hava sakin olsa, görünür bir tehlike olmasa bile bu böyledir. Denizde yapmanız gereken işle meşgul iseniz de hürsünüzdür, kürek çekip suları yara yara ilerlemekten, doğan ya da batan güneşin su üzerindeki yansılarından büyük zevk alırsınız, büyük sevinç duyarsınız, ama eninde sonunda kıyıya çıkacağınızı da bilirsiniz. Şurada veya burada karaya çıkmanız gerekecektir.  Karada sizi bambaşka bir hayat beklemektedir. Denizdeki hayat geçicidir, ama kara oynak değildir, sapasağlam durur. İnsan karada yanaşacak, çıkacak uygun bir yer bulamazsa, bir ada bulur ve oraya yerleşir…
Sf: 283
Zarife’nin sonradan anlattığına göre, çocuk gönülsüz bir şekilde razı olmuş, ama tıraş etmeye başladıkları zaman yine kıyameti koparmış. Cıyak cıyak bağırarak yeri göğü inletiyor, Kazangap’ın elinden kurtulmak için çırpınıyormuş. Kazangap dinlememiş, onu bacakları arasında sımsıkı tutarak bütün saçlarını kırkıvermiş. Olanca sesiyle bağırarak ağlamaya devam eden çocuğu yatıştırmak için, Bikey bir ayna tutmuş yüzüne, “Bak şimdi ne kadar güzel oldun” demiş. Ama çocuk aynaya bakınca kendisini tanıyamamış, daha da korkmuş, yine yeri-göğü inletmeye başlamış.
Yedigey, saçları kesildiği için, bangır bangır bağıran çocuğunu elinden tutup Kazangap’ın evinden dönen Zarife ile yolda karşılaştı.
Ermek, gerçekten tanınmaz olmuştu. Saçları kökünden kesilince çıplak boynu incecik kalmış, kulakları fırlayıp açılmıştı.
Sf: 288
Elbette her şey şansa bağlıydı. Zaten balık tutmak, hele oltayla avlanmak, tamamen bir şans işiydi. Kara avcılığında ise durum başkaydı. Avcı avının yerini, orada ne durumda olacağını az çok bilir, ona pusu kurar ya da usulca sokulurdu. Sonra uygun anı bekler, beklediği an gelince de saldırıya geçerdi. Oysa balık avcılığı kör bir avcılıktı. Oltayı atacak, balığın oralardan geçmesini, oltaya vurmasını bekleyeceksin.
Sf: 293
Bir balıkçıyla evlenmeye karar verdiği zaman, bozkırda hayvancılıkla geçinen ailesi, hısım akrabaları ona: “İyi düşün, demişlerdi, balıkçıyla evlenmek denizle evlenmek gibidir.. zor bir hayatı seçiyorsun.. birçok gün, deniz kıyısında yaşlı gözlerle dualar okuyarak kocanı beklemek zorunda kalacaksın…”
Sf: 298
Sarı-Özek’e kış bütün ağırlığıyla çökmüştü, zaman geçiyordu ama o düşüncelerinde, ne Zarife’yi unutabiliyor, ne de Ukubala’dan vazgeçebiliyordu. İşin kötüsü, ikisini birden istemesi, ikisine birden ihtiyaç duymasıydı.
Sf: 308
İnsanın yaşamak için bir amacı, bu amaca ulaşmak için tutacağı bir yol olurdu. Ama onun ne amacı vardı, ne yolu!
Sf: 313
Kospan’ın getirdiği tamburu eline alınca ciddileşti. Kendisini çalgısına vermişti ve sanki çevresindeki insanlarla arasına bir mesafe koymuş ve onlardan, oralardan ayrılmıştı. Bir insan, derin iç duygularını açığa vurmak istediği zaman hep böyle yapar.
Tamburunu akord ederken Yedigey’in yüzüne uzun uzun baktı. Yedigey onun iri kara gözlerinde, deniz yüzeyinde yansıyan ışıklar gibi bir parıltı gördü.
Sf: 332
Kimin umurunda benim başıma gelenler, benim acılarım! Benim dünyamın yıkılışı! Kimsenin umurunda değil ha! Kimseler de benim umurumda değil öyleyse! Al sana!
Sf: 380
Yedigey, Abutalip’ten duyup öğrendiği bir şeyi daha hatırlayınca gülümsedi, Abutalip, Almanya’da yaşamış Goethe adında çok büyük, çok ünlü bir şairden söz etmişti. “Goethe” kelimesinin okunuşu Kazakça’da pek hoş bir anlama gelmez, ama önemli olan bu değildi.
Sf: 381
Bir atasözü vardır; “Kötü avcı ancak evinde, durduğu yerde avlanır.”
Sf: 389
Zarife’nin ve çocuklarının nerede bulunduklarını, nasıl yaşadıklarını bilmese de, onun yeniden evlendiğinden emindi. Bunları, trenle Alma-Ata’dan Boranlı’ya dönerken düşünmüş, üzülmüştü. Neden gelmişti aklına böyle bir düşünce? Bunu bilemiyordu.
Sf: 391
Onun gibi bir kadın her şeye göğüs gerer, ne pahasına olursa olsun beklerdi kocasını. Ama, bekleyecek kimsesi olmayan yalnız bir kadın niçin evlenmesin? Genç bir kadın ömrünü niçin yapayalnız geçirsin? Karşısına iyi biri, uygun biri çıkarsa evlenirdi elbet! İşte bu düşünce Yedigey’i pek sarstı.
Sf: 422
Köpeğin efendisi varsa, kurdun da Tanrı’sı vardır.

Doktrin: “Düşünmek, korkunun üstesinden gelmez; fakat hareket, korkuyu alt edecektir.” – W. Clement Stone