Uçmak için kanatlara ihtiyacın yok!” sözünün doğru olması için her şeyini verirsin. İnsanlar tutsak olsa da kelebekler özgürdür bunu biliyorsun. Sen de bir şeylerin esiri olmuşsundur farkında olmadan. Küpen doğumunda kulağındaymış gibi senle bütünleşmiş, kulağında parıltısını görmeden yapamazsın.

Bütün gardırobunu, görünmeyen yerlerindeki dövmelerini açığa çıkarmaya yarayan giysilerle dolduran eziklerin, vücutlarındaki kimyasal boyaları doğum lekesi gibi sahiplenmeleri seni kızdırır. “Sahip olduğun şeyler zamanla sana sahip olur.”* Cep telefonun olmadan sokağa çıkamazsın. Saatini unuttuğun tüm gün aklındadır. Her elini uzattığında onu bileğinde görmek istersin. Otomobilin olmadan sanki ayakların kesik. Bir de şunu dene: “Ayakkabım olmadığı için üzülürdüm. Ta ki ayakları olmayan birini görene dek.”**

Cebinde bin lirayı geçiyorsa paran kralsın, şehri satın alabilirsin. Ama;
“Sen işin değilsin.
Sen bankada ne kadar paran olduğu değilsin.
Sen sürdüğün araba değilsin.
Sen cüzdanındakiler değilsin.
Sen üstündeki kıyafet değilsin.
Sen şarkı söyleyen, dans eden dünyanın b*kusun.”***

Bu ne kadar da doğru.
Bazen bu hisle yürürsün. Önemli sandığın kıymetli tüm eşyalardan soyutlamış hissedersin kendini. “Hiçbir şeyin yok akıp giden sokaktan başka.”**** Saatin, saat kayışı kiri kokan bileğinden koptu, yüzüğün bir saniyeliğine bile olsa evrende sürtünme fizik kuralı etkisizmişçesine parmağından kaydı. Ayakkabını çıkardın, tişörtünü yırttın; pantolon ve çamaşırların Arnavut kaldırımlı caddede, yerlerde… Birden küçükken apartman dairelerinin kapı önlerinden ayakkabı çaldığın günler geldi gözlerinin önüne. Eğilip yerden aldığın ayakkabılarını günah çıkarırcasına bir edayla yapıştırıcı koklayan çocuklardan birine uzatıyorsun. Kara bir deriye çizilmiş, otistik çocukların hepsinin birbirine benzemesine öykünürcesine birbirlerine benzeyen, koyu renk yüzüne oyulmuş puslu gözlere sahip, yapıştırıcı koklayan çocuk kafasını kaldırıp baktı. Seni anlamadı! Şu an öyle bir yerdesin ki; inan bana onun seni anlaması, senin onu anlamandan daha zor. Onu kim bu hale getirdi? Kim getirdi bu hale seni?!

İşte bu karmaşık duygu durumuyla mücadele ederek yürürsün. Çırılçıplaksın artık. Doğduğun günden öleceğin güne kadar her gün gördüğün kendin gibi. Hani bazen öyle bir an gelir ki; hayattaki gerçekliği çarpıtır, zihninin içinde sanal bir dünya yaratırsın. Sabit bir noktaya gözlerini diker pause durumunda donup kalırsın. Katatoni hastası gibi bir bakışınla ufuğa takılırsın. Bir noktaya yükselirsin ve o an fonda çalan o müzikle, ölsen bile umurunda olmaz!

Yanına birisi yanaştı. O da senin gibi sabit bakıyor. Aynada bir ona bir kendine bakarsın. Yıllardır kaybettiğin birisi nasıl ortaya çıkıverdi? Suratlarınızın aksini gösteriyor ayna aynısını değil. Onun suratının asimetrik yapısı seni şaşırtır. Kimse kendi yüzünü dışarıdan görünen haliyle göremez. Onun yüzü aynada bu yüzden mi çirkinleşti? İmkansız mı? Aynada yıllarca kendimize baktık. Yanımızdaki birisiyle aynaya baktığımızda simetrik olmayan yüzünü şaşkınlıkla izledik. Aslında bir yabancının yüzünü…

Gezerken sevgilinle yan yana; yana yana değilsindir aslında. Yolun karşı kaldırımında yalnız yürüyen çocuğa ilişir gözün. O da size bakıyor. “Başka bir yerde, başka bir zamanda uyanabilseydim başka bir insan olarak uyanabilir miydim?”***** Ellerin kayıverir sevgilinin ellerinden. Mücadele verirsin gitmemek için. Hayalet Filmi’ndeki Sam gibi sıyrılırsın parmaklarından. Gözleri Japon çizgi film kahramanları gibi buğulu sana bakıyor. Bıraktın! O yalnız yürüyen çocuksun artık.
Bazen birisine “hayatım” dersin, aslında hiçbir şeyindir. Sonra bir bakarsın ki gerçekten “hayatın” olmuş.

Akıyorsun caddeden. Kalemin sözcüklerin, zihnin not defterin. “Acele etme bırak şehir kendiliğinden aksın ayaklarımızın altından!” Yalnız da yürüsen bırakmıyor işte seni bu kent yosmaları. Her yerden bakıyorlar, sırnaşıyorlar mütemadiyen. Hezeyanlardan bıktın, onları yatağa atma telaşlarından. Zaten ömrünü o gösterip de vermeyen kahpeler yemedi mi? İstemiyorsun artık. Benim fahişelerle işim olmaz. Onların sadece güzel parfümlerini koklarım; deyip geçiyorsun önünden, vitrininde yaşanmamış anıları değil, soğuk mankenin ikinci el giysilerini satan mağazadan…

Bir sokak çalgıcısı yolun sağ tarafında can alıcı ezgiler yakıyor. Tüm notalar hayallerinde havaya tek tek yükselip gökyüzünde sabun köpüğü gibi patlayarak son buluyor. Senin gözün filmde esas oğlanın iç kamerası gibi… Olayları kendi bakış açından seyirciye aktardığını sanırsın. Yaklaşıyorsun. Bir lira attın baş parmağınla çarptırarak. Düşüyor önündeki kutuya havada taklalar atarak. Kafa sallayarak selamladı seni ve daha içli çalmaya devam etti. “Müzisyen sana tüm notaları çalıyor fakat onları yaratan duyguyu veremiyor bu gece nedense.”****** Kahretsin şehir bu gece gene ağız dolusu kusmuğu hak ediyor.

“Çoğu zaman babama acıdığımı hissederdim, ona sevdiğimi söylemediğim için. Aslında kendime acıyordum. Benim söylemeye ihtiyacım, onun duymaya ihtiyacından fazlaydı.”******* Baban hep yalnızlıktan kaybettiğinden söz ederdi sana. Düşünürsün aslında insan hep yalnızdır bu hayatta. Sonra bir söz daha gelir aklına; tabi ya dersin: “Tek başımayım, yalnız değilim.”

İsmini Merin koyduğun tüylü hayvancıkla baş başa kalacaksın, onunla yatacaksın gecenin sonunda. Çok zor bu kadar gürültünün arasında sessizce haykırmak. O bile anlamaz artık seni, yalnızlığını. Sene iki bin yedi, paradoksları bitiremedin! “Hiç kimseyle yatamam ruhum kabul etmedikçe.” Gene olmadı. İşte yine hüzün, ellerimin arasında yok yüzün!
Do
ktrin: “Herkesi sevebilirdim; sevmeye senden başlamasaydım!” – Can Yücel